Başkalarının yaşam hakkına müdahale etmek… İnsanlar bilmeden ya da bilerek başkalarının hayatlarına müdahale ediyor ya da kendi yaşanmamışlıklarının hırsını başkasından çalarmışçasına umursamıyor. Hayatının yüzde yüz sorumluluğunu almadan başkasını suçlamaya eğilimli oluyor. O arada Amerika’da 1965′te yaşanan “Bir Amerikan Suçu”ndan çok bir insanlık suçunun yorumlandığı film, 97 dakikanızı çalıveriyor. Hayatınıza sadece 97 dakikalığına müdahale ediyor gibi gelirken sonrasında uzun bir gecede uykunuzu da sizden alıp götürüyor.
“Being John Malkovich”te cazibeli Maxine Lund karakterini canlandıran Catherine Keener, Tommy O’Haver yönetmenliğindeki “An American Crime”da hasta anne Gertrude (Gurty) olarak karşımıza çıkarken Hard Candy’nin Juno’su Ellen Page, Sylvia rolünü üstleniyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin Indiana eyaletinde çoluk çocuğa boğulmuş bir evin annesi olan Gertrude Baniszewski, evine kiracı olarak aldığı Sylvia Likens’in işkenceyle ölümüne sebebiyetten yargılanıyor. Filmimiz de yaşanmış bir olayın mahkeme kayıtlarından yola çıkarak bir suçu ya da bu noktada duraksayarak tekrar düşündüğümüzde birden fazla suçu yeniden yorumlamaya başlıyor.
Sylvia Likens ve kardeşi Jennie Likens anne babasının sirk peşinde koşturması yüzünden 20 dolar karşılığı kendilerini Gertrude’un çoluk çocuk huzur evine buluyor. İftiralar sonucu Sylvia Likens, önce Gertrude sonra yönetimindeki çocukları ve daha sonra da mahalle çocukları tarafından bodrumda eğlence adına işkence görmeye başlıyor. Henüz 16 yaşındaki Sylvia Likens, bu işkencelere dayanamayıp ölüyor. Filmse atlıkarıncadan itilen bir kızın anısına dava ile yaşananlar arasında mekik dokuyor. Aynı yıl çekilen Gregory Wilson’un The Girl Next Door’una da bir göz kırpmak gerekiyor.
“An American Crime”da işkencenin günlüğünü yazanlar, bir yandan mahkemede işbirlikçi sandalyesinde oturan ve “Sineklerin Tanrısı”nı hatırlatan Gurty’nin çocukları bir yandan da evindeki taht niteliğindeki koltuğundan sanık sandalyesine geçiş yapan Gurty… Filmde iktidarın sahibi olan Sineklerin Tanrısı’ndan farklı olarak bir anne. Çocukları da itaatkarlıkla mallığı karıştırıyor. Hani hep saf masum çocuk imgesi yine şiddetle birlikte harmanlanarak “buyrun burdan yakın” diyor. İzleyen bir sigara daha yakıyor. Johnny denen o küçük veletin bedende sigara söndürmesi ve yüzündeki haz, fiziksel şiddetin ötesinde okul sıralarında çocukların birbirine yaptığı psikolojik şiddetteki hazla farksız gözüküyor çocuğun gözlerinde… Bir planda önce oyuncak tabanca sonra çocuğun yüzü netleşiyor: “Bam bam sen öldün! ” Çocuk, önündeki engeller kalkınca sigarayı basıyor, bastırıyor ve şiddette ayrım yapamaz hale geliyor. Sonra Indiana’da en genç suçlu olarak bir hapishaneye doğru yola çıkıyor. Yalan denen şeyin insanların bire bin katarak ne menem bir hale dönüştürdüğüne tanık olunuyor. İnsanların birbirlerinin hayatlarına müdahale etme haklarını nerelerinden bulduklarına yine şahit olunuyor. David Fincher’ın muhteşem Zodiac’ında suçun çözümüne adanmış, yıpranmış ve harcanmış hayatlar akla geliyor.
“An American Crime”dan sonra ise işkence aleti olan bir Cola şişesine irkilerek bakılıyor. Sylvia’nın dağlanışı tüyleri diken diken ediyor. Yaşam boyu her gün insanlar birbirlerini cezalandırmaya çalışıyor. Ne menem bir şeyse bir ukteye duyulan öfke iyi olandan çıkarılıyor. Kim kime diş geçirirse diye bakakalıyor insan… Kendi canı yanmasın diye gözünün önünde olan bitene seyirci kalan bir kardeş oluyor ya da iyi bir insan olmaya tahammülsüzlüğün sefaletini tüm benliğinde kıskançlıkla yoğurarak başkasının hayatına, haklarına müdahale ediyor, en kötüsü de yaşama hakkına…Filmde o küçük kızlardan sarışın olan Shirley ise nasıl uyuz bir kıvamda oyunculuğunu sergiliyor. Özenle itici bir çocuk karakteri olmuş ki kutlanması gerekiyor.
Koltuk, filmin vazgeçilmezi… Gurty, her geleni ağırladığı salondaki geniş koltuğa oturanı sevecek bir ruh haline bürünüyor. Kafayı da o koltukta kırıp mahkum koltuğuna oturuyor. Kraliçenin tahtı viktoryan etik tadından geliyor ve daha sonra maskesiyle birlikte elinden alınıyor. Sylvia ise hayali kurtulma sahnesinde “dead” ve “alive” yazan bir perdeden geçiyor ki muhteşem bir geçiş oluyor Sonradan baktığımızda pek bir şık duruyor. Edgar Allan Poe’nun diri diri gömülen kadınları gibi işkence çekiyor. Film güzel olmuş diye bakakalırken o çocukların bir yandan sek sek sekerek diğer yandan işkence evinin mahsende kurbanla oyun oynaması insanı rahatsız ediyor. Bir yandan da en rahatsız edici olan doğal ve sakin bir film atmosferinde bu tarz hikayelerin işlenişi oluyor. Bazen akla Haneke geliyor; pek acayip eğlenceli oyunlar, rahatsız edici seyirler diliyor. Biraz da yetişkinlerin de birer çocuk olup hep büyümeden bu tarz şiddeti birbirlerine uyguladıklarını hatırlatıyor insana… Gurty, “ben gençken peşimden çok erkek koştu” dönemine tekabül eden 16 yaşında çocukluğunu yaşamadan ilk bebeğine hamile kalıyor, büyümüyor. Kendi çocuğu için bir başkasının çocuğunu feda ederken kendisi için de çocuklarını feda ediyor. Hatta film, Gurty’in Sylvia’yı temizlerken “sizin her şeyiniz var” söylemiyle ve diğer bir sahnede “sadece almayı biliyorsun” söylemini harmanlayarak çocukluğunu yaşayamamış, haset içerisinde kendi çocuklarını bahane ederek belki de çocuklarla büyümek zorunda kalan bir dengesiz karakterin büyümemiş bir portresine baktırıyor. Kendisi ve kendi çocuğundan daha iyi bir hayata katlanamıyor bazen o yorgun gözler…. Filmdeki öz hakiki sirkçi ana baba da ne halt yiyolarsa çocukları telefon açtıktan sonra sirkte ip atlamaya devam ediyor. Ne bileyim sonuçta insan insan olduğundan soğuyor ve kaskatı oluyor. Bu durumda da sanki simsiyah bir fonda hayatınıza müdahillerin isimlerinin aktığı bir jenerikle yaşam hakkınız bir süreliğine elinizden alınıyor… Bir Amerikan Suçu için yazılan bu güncenin döşemesi de Mogwai’den geliyor; “killing all the flies” sakin ve o çok güvenli bir atlıkarıncadan düşüren travmaya eşlik ediyor…
Özge Öndeş
kaynak: http://www.sinemadefteri.com/2009/03/atly-karyncadan-mezara-bir-amerikan-sucu/