19 Mayıs 2010 Çarşamba

Canım ben gelemiyorum ama Suretim yolda!



“Yanlış hayat, doğru yaşanmaz”
Theodor Adorno - Minima Moralia


Bir sabah uyandığında kendi dünyasından çok daha iyi bir dünyaya uyandığını sanmıştı insan... Eskiden canavarında görmek istemediği yanlarını görürken olmak istediğine dönüştü. Bundan önce Sanayi Devrimi'nin tetiklediği bütünü algılayamayan birey, bu kaos ortamına uyumlanma sürecinde Adorno'nun tabiriyle “yaşam yaşamıyor” evreninde farklı görünümlerde yaşamaya çalıştı. Bazen çılgın bilim adamı kavramı tezahür etti, kendinde öteki Dr Jekyll'ı yaratırken diğer bir bilim adamı olan Dr Frankenstein, sevmeyeceği bir canavarı kendi eseri olarak ilan etti. Canavarlar ve Soğuk Savaşla yaratığa dönüşen ötekiler, mükemmelliğe doğru yol almaya başladılar. Bilinmeyen yolculuğunda insan, aydınlanmanın diyalektiğinde mükemmelliği aramaya başladı. Oysa mükemmellik, bir mitten ve “Six Feet Under” jeneriğinde morga doğru ilerleyen ölünün ayağındaki bir etiketten fazlası değildi. Küçük bir çocuğun eline mükemmel formatta Barbie ve Ken verildi ve olaylar gelişti.



Barbie ve Ken gerçek sahaya çıkıyor!

Kathryn Bigelow'un “Strange Days” adlı filminde kafalara takılan klipler, başkalarının yaşam deneyimlerine bağımlılığı konu edinir. Bir erkekseniz bir kadının anısını deneyimleyebilirsiniz. Suretler (Surrogates) ise teknolojisine ramak kalmış bir gelecekte fragmanlaşmış insanların evlerine kapanıp güvenli bir ortamda sanal dünyaya hapsolduğu bir gelecekte geçiyor. Film, bu insanların gerçek dünyaya robot kopyalarını salıvermelerini anlatıyor. Barbie ve Ken formatındaki bu sanal insan kopyaları, insanların yapmak istediklerini onlar yerine deneyimliyor. Hatta birçok yerde şarjda ve kutuda gördüğümüz bu robotlar, Barbie ve Ken'in kutu tasarımlarıyla aynı düzleme denk düşüyor. Robert Venditti'nin çizgi romanından uyarlanan Suretler, “Terminatör 3: Makinelerin Yükselişi” hüsranından sonra yönetmen Jonathan Mostow ve senaristler Michael Ferris ve John Brancato tarafından perdeye aktarılıyor.

Mükemmel aşk, mükemmel iş, mükemmel hayat ve kusursuz güzellik gibi kavramlarla reklamları sorgulayan ve Phillip K. Dick evrenine pek çok yönden göz kırpmaya çalışan film, birçok bilim kurgu filminin sureti olarak karşımıza çıkıyor. The Island, Strange Days, Brainstorm, Blade Runner, Minority Report, Total Recall, The Matrix, THX 1138 ve daha nicelerini hatırlatan filmde Bruce Willis, Ajan Greer rolünde karşımıza çıkarken Rosamund Pike, Ajan Greer'in sanal kukla bağımlısı eşi Maggie'yi pek güzel bir şekilde canlandırıyor. Silent Hill'den yakınen tanıdığımız Radha Mitchell de Ajan Peters rolünde yer alıyor. Özdeşleşme yoluyla izleyicinin sureti de Ajan Greer oluyor ve Suretler'i ve yaratıcısını öldürmeye çalışan yokedici silahın peşine düşüyor.



Suretinin kölesi, kendisinin efendisi olamayan insan...

Philip K. Dick uyarlaması olan Ridley Scott filmi Blade Runner'da Deckard'ın kovaladığı Barbie soyundan gelen Pris “I think, Sebastian, therefore I am (Düşünüyorum, Sebastian, öyleyse varım)” der. Suretler, Blade Runner'a göz kırpmaya çalışırken replikantları düşünen kopyalar değil sadece yapay zekâ formatında bozuma uğramış makine olarak sunuyor. Aslında Hegel’in Efendi köle diyalektiğinden hareketle Suretler, insanların köleleştirdiği bir toplum gibi dururken insanlar da efendiliklerinde köleleşiyorlar. Teknolojinin gelişmesiyle mitolojik bir dönüşüm insanı ilkelliğine döndürüyor. Mükemmel vücutlara hapsolmuş yapay zekâya insan dönüşüyor. Akla bu arada Habermas'ın Marcuse eleştirisindeki tekniğin kendisinin iktidar olduğuna dair söylem geliyor. Bağımlılıktan kurtulmak için Barbie Soykırımı da kaçınılmaz oluyor. Çılgın bilim adamı “Tanrım ben ne yarattım” diyor ve yok etmeye çalışıyor.

Bugün bir Facebook ya da evde pijamalarımızla işlevsizleştiğimiz bizim yerimize herhangi bir görevi gerçekleştiren internet dünyasından uzak olmayan Suretler Evreni'nde insanın kendini ötekileştirmesine bakıyoruz. Suretler, hayatın tamamını algılayamamanın yarattığı korkudan dolayı eve kapanıp dış dünyaya anne karnından bakan, suretinden çıkıp dışarıda yürürken adapte olmakta zorlanan insanların bir geçit kullanır gibi kendi hayatlarının operatörleri olmalarını anlatıyor. Bir yandan da Bruce Willis, kovalamaca sahnesinde oradan oraya insanüstü atlamasını gerçekleştirip Terminatör'e saygı duruşunda bulunurken “Zor Ölüm” serisinden miras kalan aksiyon performansını biraz yaşlanmış şekilde sergiliyor. Film de zaten polisiye ve bilim kurgu türlerinden daha çok aksiyon sevenin gönlünü hoş edebiliyor. Jonathan Mostow, Terminatör lanetinden kurtulamıyor ve hiç de fena olmayan bir senaryoyu yüzeysel bir anlatımla peliküle döküyor. İzleyici kendi sureti olan Philip K. Dick formatındaki Greer'le bazen özdeşleşemiyor hâlbuki filmin konusu çok yakın bir geleceği anlatıyor. Bilim kurguya katharsis aşamasında daha çok yaklaşan Suretler, kaosa neden olan teknolojiyi sonlandırarak şu an izleyicinin yaşamındaki statükoyu korur. Achilleus, topuğundan vurulur. Bunu öncelleyen faktör ise Narkissos'un sudaki yansıması olan mükemmel güzelliğe âşık olduğunda kendisi yerine bir başkasına âşık olduğunu bir yanılsamayla ömrünü çürütmesi olsa gerek.

Faşist kaynaklardan beslenen mükemmel yaşamı konu alan Suretler, sanal ortamın hayatınıza getirdiği kolaylıkların kişiyi özgürlüğünden feragat ettirerek bağımlı olmasıyla ilişkilendiriyor. Orijinal yerine kopyanın iktidarı sinemanın ta kendisinde de hızla ilerlemekte olduğunu hatırlıyoruz bir yandan... Zaten günümüz teknolojisinin hızla ilerlediği gerekli teknolojinin uzakta olmadığı bir evreni uyaran bir yandan da “bilgisayarı kapayın ve dışarı çıkıp etrafınıza bir bakın” diye titreşim yollayan film, anlatımına ve kurgusuna daha önem verilmesi açısından “keşke biraz daha proje üzerinde çalışılsaydı, ince elenseydi” dedirtiyor. Neyse şimdi bilgisayarınızı bir süreliğine kapatın, biraz yürüyüşe çıkalım.

Özge Öndeş
Kaynak: resetmagazine.net/resetsayi43/sinema/Surrogates.html

Gözleri tamamen bağlayan bir gösteri: The Prestige




"Zaman zaman, geceleyin, bir yüz belirir
Ansızın bir aynanın gölgesinde bizi gözetleyen;
Sanatın bu aynaya benzediğini düşlüyorum
Ansızın bize kendi yüzünü açınlayan"

Arte Poética - Jorge Luis Borges

Alan Parker'ın Angel Heart adlı filminde yaşanan olayların vardığı noktaya şaşırırsınız. Aslında size verilen ipucu Robert De Niro'nun canlandırdığı Louis Cyphre isminde saklıdır. Yüzlerce kez bu ismi duyarsınız ama anlamlandıramazsınız. İsmini filmde pek çok kez duyarsınız ama Cyphre ve Mickey Rourke'un canlandırdığı Harold Angel'ın olay örgüsünde yeri ortaya çıktıktan sonra ne olduğunu kavrarsınız. Bundan yıllar sonra algıyla oynayan başka bir film benzer bir şekilde önce seyirciyi selamlar, gözü bağladıktan sonra şöyle seslenir:

“Abrakadabra”

Christopher Nolan filmi The Prestige'de Viktorya dönemi Londra'sında iki sihirbaz Robert Angier (Hugh Jackman) ve Alfred Borden (Christian Bale) birlikte çalışmaktadır. Gösterilerin birinde Angier'in hırsını tetikleyen kırılma noktası yaşanır. Borden ve Angier rakip haline gelerek birbirlerinin numaralarını geçmek amacıyla “En İyi” olmak için yarışmaya başlar. Onların hikâyesine Angier'in mühendisi Cutter ( Michael Caine), iki sihirbaz arasında gidip gelen ve katalizör görevi gören seksi asistan Olivia Wenscombe (Scarlett Johansson), Angier'den daha yetenekli olan Borden gibi ampül adam Edison'dan daha yetenekli bilim adamı Nikolas Tesla (David Bowie) ve Borden’in hayatına ayak uydurmaya çalışan eşi Julia McCullough (Piper Perabo) eşlik etmektedir.

Nolan bizimle oynuyor...

Üzerine Nicolas Roeg tozu serpiştirilmiş, Blade Runner büyüsünde bir yönetmen Nolan... Kimlik kavramını değişik metotlarla sorgulayan yönetmenin filmografisinde yer alan filmler daha başından bambaşka bir serüvenin işaretlerini veriyor. İlk uzun metrajı Following’i takip eden tamamlanmaya çalışan bir belleğin yolculuğu Memento, katilin peşindeki kaos Insomnia, akıllara ziyan bir Batman başlangıcıyla Batman Begins, izlemekten bıktırmayan bir The Dark Knight... Ve Batman'e bambaşka bir dünya yaratan Batman Begins'le The Dark Knight arasında bir sihirbazlık hilesi olan The Prestige...

Christopher Priest'in aynı adlı romanından uyarlanan The Prestige, sihir unsurunu sinemanın büyüsüne paralel olarak işler. Film, sinemanın icadına denk gelen bir dönemde geçmektedir. Nolan ise sinemanın kendisini sihirbazlık olarak görmektedir. Sihirbazlık numaralarında da dikkatli bakmamanın ya da ilginin başka tarafa yöneltilmesiyle dağıtılmasının sağlandığı katmanlarla örülü “The Prestige”, Nolan'ın sihirbazlık numarası formatıyla seyirciye bilinen bir korku filmi repliği söyletebilir: “Bizimle oynuyor”



Kafesteki kuştan şapkadan çıkan insana

Priest'ın kaleminden sihirbazlık üç aşamada gerçekleşirken Christopher Nolan'ın karelerinde kardeşi Jonathan Nolan'ın kalemiyle bir sihirbazlık gösterisine dönüşür “The Prestige” ... Vaat eder, dönüşüm geçirir ve son “Prestij” safhasında tekrar kaybettiğini geri getirerek tepetaklak eder. Bu evreler gerçek hayatta ve filmde bir hayat, bir ilişki, bir duyguda geçerliyken Robert Angier ve Alfred Borden sanki tek bir kişinin temsili gibi durmaktadır ve ardından bölünmeye başlar. Seyirci için hangi tarafta olduğu aldatıcı bir oyuna dönüşür. Borden aslında iki sihirbaz arasında en iyisiyken şov adamı Angier, filmde yer alan kafeste kuş numarası gibi bir yol çizmektedir. Kuşlar ölür Nolan, şapkadan tavşan yerine insan çıkarır. Film, bir sürü şapkanın yer aldığı karenin fonunda “Dikkatli bakıyor musun?” diyerek açılır. Nolan adlı sihirbaza “The Prestige”de Memento'nun senaryosunda da eşlik eden kardeşi Jonathan Nolan mühendis görevi görür. Ve aynı yıl çekilen diğer sihirbazlık üzerine kurulu Neil Burger filmi The Illusionist'ten daha iyi bir sihirbazlık gösterisi sunmaktadır.

Viktoryen dönemde Dr Jeykll Mr Hyde'ını saklarken The Prestige'de asıl yeteneğin formülü görücüye çıkar. Baskılanmış Viktoryen döneminin öteki yüzünde geçmektedir ama dönem filmine hem yakın hem de çok uzak noktalarda... Mary Shelley bu dönemde Victor Frankenstein adlı bilim adamının insanın kaderine ters icadını kaleme alırken The Prestige'de baskılanmış bilim çağına ters düşecek Frankenstein'daki “Madem beni sevmeyecektin niye yarattın” sözünü hatırlatan benzeri bir icat gerçekleştirilir. Film, yeraltı ya da hasıraltı bilim ve sihirle perdeye yansırken diğer tarafta her çağda yaşanan iktidar sahibi olma yolunda bir rekabeti anlatmaktadır.

The Prestige saplantının hem karakterler hem de filmi seyredenler açısından gözü kör ettiği bir yapıya sahip... Borges'in labirentlerinden çıkmaya çalışırken aynadaki başkasını hatırlatıyor. Yansımalarımızın biz olmadığı, aynanın ardındaki ayna halkı akla geliyor. The Prestige, aynada sihirbazlığa bakan sinema gibi işliyor ve karakterlerine de birçok ayna koyuyor. Angier ve Borden önce birbirlerine bakıyor, sonra sanki bütün her yerine ayna döşenmiş bir düzeneğe giriyor. Sihirbazlık kuralları anlaşmalı bir gizlilik içinde salınırken aynada saklı Borden, “Sırlar benim hayatım” diye vurguluyor. Borden'in sahip olduğu hile ve film onun bozuk para kaybetme numarası gibi duruyor. Paranın iki yüzüne de yeterince dikkatli baktınız mı?

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi41/sinema/The-Prestige.html

O arabayı çaldım, ben bir serseriyim ama seni seviyorum...




Kısa saçlı bir kadın, üzerinde beyaz bir t-shirt ve siyah bir pantolonla Paris'in görkemli caddesinde “New York Herald Tribune” diye bağırarak yürür. Yanına gelen Humphrey Bogart'ın çocuksu modeli bir adam, gazete satan o kızı tavlamaya çalışır. Bu iki serserinin o caddede yürüyüşü hafızalara kazınacak, yıllar sonra bile unutulmayacaktır: À bout de souffle...


Dikkat bu yazı yüksek miktarda spoiler içermektedir!


Jean Luc Godard yönetmenliğindeki “À bout de souffle” (ben diyim Serseri Âşıklar siz deyin Breathless), gangster adayı genç bir adamla gazeteci adayı genç bir kadının hikâyesini sıra dışı bir sinema diliyle anlatır. Günlerin köpüğü misali hayat yaşayan bu iki kişinin bir sonraki sahnesinde neler yapacağı kolay kolay kestirilemez. Michel Poiccard (Jean-Paul Belmondo), yaptığı araba hırsızlığı sonrasında bir polisi öldürür. Amerikalı bir kadın olan Patricia Francini (Jean Seberg ) adlı New York Herald Tribune gazetesi stajyeri ile karşılaşır. Polisten saklanırken onunla zaman geçirir. Humphrey Bogart'ı taklit eden Michel, Bogie efsanesini kendine model almaktadır. Serseri Âşıklar, bir tür filminin deneysel bir çeşitlemesidir ve bunun eseri olan Poiccard, bir gangstere özenmektedir. Gangster gibi sert bir erkek değildir. Tabiri yerindeyse özünde iyi bir insandır denilebilecek çocuk saflığına sahip metinler arası bir adamdır. Kırılgan gangster'in düşü, Patricia ile olan ilişkisinin sanki Bonnie ve Clyde hikâyesi gibi olmasıdır. Gazetedeki bir haberi Patricia'ya anlatırken ağzından habere dair şu sözler dökülür: “O parayı çaldım, ben bir serseriyim ama seni seviyorum.” Sevgilisinin hırsız olduğunu öğrenmesine rağmen kızın sevgilisiyle ortak olarak Riviera sahillerinde beklediği de gazetedeki hikâyenin sonuna eklenir. Patricia ise fikir hoşuna gitse de sonuna kadar tehlikeli yaşayan Michel'e ihanet eder. Burjuvazinin gizli çekiciliği anarşist bir çocuğun düşüşüne neden olur. Kara film kadını görevini gerçekleştirse de o filmin “kendi duygularım ne olacak acaba” kısmıyla ilgilenen temeldeki dramı fark edemeyen bir resim figürü olarak kısacık saçları ve sigarasıyla yer alır. Bonnie ve Clyde yerine Romeo ve Juliet gibi olmak isteyen

Patricia'nın ne olmak istediği aslında belli değildir. Yeni Dalga'da ilk kez Fransız ve Amerikan kültürleri, Champs Elysees'te (Şanzelize) Serseri Âşıklar sayesinde buluşurken filmin sonunda Amerika, Avrupa'ya ihanet eder ve anlamlandırmamanın ötesinde hiçbir şey olmamış gibi arkasını döner. Filmde kadın, erkek, aşk, hayat, ölüm üzerine diyaloglar film bittiğinde akla tekrarlayarak takılmaya devam eder.

Serseri Aşıkların tesadüfi buluşmasından klasik anlatımın çöküşüne....

Yeni Dalga'nın dikkat çeken filmlerinden Serseri Âşıklar, gişe başarısının yanında Godard'ın sinema kurallarıyla ilgili deneylerini geliştireceği bir basamak olur. Bu deneyler öyle bir hal alır ki Bunuel, Yeni Dalga'da Godard'ın yaptıkları haricinde yeni olanı görmediğini söyler. Serseri Aşıklar'ın hikâyesi François Truffaut, senaryosu ise Godard'a aittir. Claude Chabrol ise teknik danışmanlığını üstlenir. Cahiers du Cinema'da Serseri Aşıklar'a elinde hazır senaryo olmadan sadece Seberg'in Şanzelize'de gösterildiği sahneyi yazarak başladığını belirten Godard, geriye kalan kısım için sahneleri karşılayan notları olduğunu ifade eder. Serseri Aşıklar'ıyla sinemada sınırlamaların yer almadığını göstermek ister. Filmde yasak yoktur, sinemada onun tabiriyle akla gelen her şey yapılabilir. Senaryosuz film hazırlamak ona filme her şeyi yapabilme özgürlüğü de verir. Diyaloglar aralarda yazılır, doğaçlamalar havada uçuşur. Doğaçlama ile önceden hazırlanmış olan birlikte servise sunulur. Kurguda süreklilik olmadan zaman ve mekânda seyircinin alışık olmadığı eksiltmelerle akıp giden bu maratonda orta plan atlamalı kesmeler ip atlamaktadır. Belmondo, silaha uzanır silahı alıp döndüğü orta planı yoktur adam vurulur. Zincirlemeler sinemada sanki daha önceden hiç var olmamış gibi algılanılmak ister. Bir dizi hızlı zincirleme bu yolun akıcı olarak ilerlemesini sağlar. Oyuncular kameraya bakarak seyirciyle konuşur. Film grameri dışında kurulan bu yapıyla klasik anlatı dışında özgürce dolaşmak mümkündür. Bu, sinemada klasik kuralların sonu, kuralsızlığın kurallaşmaya başlamasıyla Hollywood Sineması'yla olan mücadelesinin başıdır. Godard'ın yapıbozumu Picasso'nun resimleri gibidir.

"Serseri Âşıklar", 1983 yılında Jim McBride yönetmenliğinde Hollywood'da yeniden çekilir. Richard Gere'in başrolünü oynadığı film, 1960'taki orijinal versiyonuyla karşılaştırılması mümkün değildir. Hollywood'un aslında kendisine karşı duran bir filmi tekrar çekim furyasına katarak gösterime soktuğu 83 yapımı olan film, başarısız olarak nitelendirilebilir. Serseri Âşıklar, kendinden sonraki dönemde gerek hikâyesi gerekse görselliği açısından pek çok filme ilham kaynağı olur.

Belmondo ve Seberg'in unutulmaz performans sergilediği ve izleyenin öylece bakakaldığı filmde Michel der ki “Yalan söylemek aptalcadır. Pokerde olduğu gibi doğruyu söylemek daha iyidir. Diğerleri blöf yaptığını zanneder ve kazanırsın.” Aslında Michel yalan söylemez, bir şey söylemeye ihtiyaç duymadan çocuk gibi kaçar ve yine sonunda yerde uzanan hayal kırıklığına uğramış bir çocuktur. Seyredeni ise beyaz bir t-shirt üzerine “New York Herald Tribune” yazdırır, dışarı çıkmadan banyodaki aynada kendisiyle o meşhur bakışma yarışmasını yapıp bir küçük çocuk gibi yüzdeki “À bout de souffle” hareketlerini tekrarlar. O arada bir yerde yüzde tuhaf bir gülümseme belirir.

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi40/sinema/Serseri-Asiklar.html