11 Ekim 2010 Pazartesi

Pazar günü seni kilisede göremedim Johnny!

50'li yıllarda özel dedektif Harry Angel (Mickey Rourke), Louis Cypher (Robert De Niro) adlı gizemli bir müşteri tarafından Johnny Favourite diye bir adamı bulması için tutulur. Angel, ipuçları doğrultusunda ilerlerken kendini doğaüstü olaylar zincirinin ortasında bulur. Bilgi aldığı insanlar tek tek öldürülmeye başlayınca işler içinden çıkılmaz bir hal alır. Johnny Favorite kimdir ve nerededir... İzleyici Angel'la özdeşleşip film boyunca asansörle kat kat inerek Johnny'i arar.

Angel Heart, sansasyon sever bir yönetmen olan Alan Parker tarafından 1987'de çekilir. William Hjortsberg'in ''Falling Angel” adlı kitabı kaynaklı senaryolaştırılan filmin oyuncu kadrosunda Robert De Niro ve Mickey Rourke'a The Cosby Show ve High Fidelity'den Lisa Bonet, The Night Porter'daki oyunculuğuyla sansasyon yaratmış Charlotte Rampling eşlik etmektedir. Mickey Rourke filmdeki üstün performansı, giyimi, duruşu ve mimikleriyle hafızalara kazınır. Robert De Niro ise uzun tırnaklarıyla yumurta soyarak daha sonra başka filmlerde aynı görevi gören gördüğümüz oyunculara taş çıkarır. Spoiler etme bulma dünyası olmadan diyebiliriz ki film, kendi başına daha sonra çekilecek birçok filmi öncelleyen bir yapıya sahiptir. Oyuncuları da performansta kusur etmemiştir.

Film noir ve polisiye severler için başucu filmlerinden Angel Heart, çeşitli imgelerin izleyicinin kafasına tekrar tekrar çakılmasıyla örülüdür; asansör, vantilatör, ayna, yumurta, vs... Angel cehennem atmosferinde yanmaya yaklaşırken Faust ters bir labirentle peliküle dökülmüş dönemine göre görsel bir şölenle karşımıza çıkmıştır. Dini temalarla polisiyenin iç içe yapılandığı filmde görüntü yönetmenliğine de dikkat etmek gerek. Yüzyıllardan beri dini ritüellerde ve insanın ruhuna dair verilen edebi eserlerde yer alan çatışma sinema tarihinin bu en önemli kara filmlerinden birinde tekrar irdeleniyor, duvarlar kanıyor, insan ruhu yoldan çıkıp kayboluyor.


Geceyarısı Ekspresi ile Türkiye ve dünyada sansasyon yaratan ve Türkiye'nin dünya kamuoyunda epey başını ağrıtan Alan Parker'ın başyapıtı sayılacak bir film Angel Heart. Özellikle The Wrestler ile son dönemde ismi tekrar gündemde olan Rourke ise filmde efsane olarak nitelendirilebilir. Filme dair spoiler vermek istemediğimizden dolayı kilit noktaların ve sahnelerin anlatımına, benzer filmlere yer veremiyoruz ancak aynaya baktığımızda mahşer zamanı başlıyor ve şöyle bir replik çıkıyor ağızdan: “Kim olduğumu bilmiyorum”

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi49/sinema/Angel-Heart.html

Zamanın Tozu'nu Üflemek…


Theodoros Angelopoulos üçlemesinin ilk filmi “Ağlayan Çayır”dan sonra ikinci filmi “Zamanın Tozu”... Biraz daha Brecht anlatımının öne çıktığı filmde Willem Dafoe’nun canlandırdığı Yunan asıllı yönetmen A, annesi Eleni (Irène Jacob) ve babası Spyro’nun (Michel Piccoli) gerçekteki hikâyelerinden yola çıkarak kavuşamamaları üzerine bir aşk hikâyesini filme çekmeye uğraşmaktadır. Anne ve babası A.'yı görmeye geldiği süreçte Eleni’nin Spyro’yla kavuşamama sürecinde bir dönemi birlikte geçirdiği Jacob (Bruno Granz) da yanlarına gelir. Film, Stalin'in ölümünden Watergate Skandalı dönemine Vietnam Savaşı'ndan Berlin Duvarı'nın yıkılışı gibi tarihi önemi olan olaylar ile günümüz arasında mekik dokuyan zaman yolculuğuna çıkar.
Yönetmen A.'nın hazırlık aşamasında yaşadığı olaylarla tarihte yaşanmış olaylar arasındaki zaman bir zamansızlık yaratarak bazen tiyatro sahnesi hissiyatı verirken zaman ve mekân Angelopoulos'un o uzun plan sekanslarda silinmeye başlıyor. Torun Eleni'nin gelgitleri ve büyükanne Eleni'nin hikâyesi üzere yağan kar filmine dair zamanın tozunu üflerken uçup gidiyor. Zamanın katmanlarında devamlı ayrı düşen ama birbirinden vazgeçmeyen bir ya da birden fazla aşk, peliküle dökülüyor. Ama filmdeki A. ve eşinden dem vurarak zamanın aşkları “nerede o eski aşklar” söylemi gibi kırılgan olarak gösteriliyor. Haz eksikliği filmde, yine artık klişeleşmiş bir tabir olarak söyleyebiliriz ki, tüketimin hezeyanındaki insanda bir aşk arayışı oluyor, belki geçmişte belki gelecekte...Angelopoulos, filmlerinde hep bir şeyler arama hissinden yola çıkıyor ki bu bazen bir baba bazen bir tanrı bazen bir sevgili olarak tezahür ederken Zamanın Tozu'nda aranan üçüncü kanat Yunan felsefesini zaman içerisinde eritiyor. Kanat hikâyesinde bir sağ kanat ve bir sol kanattan dem vurarak Marksist söylem de işin içine katılarak servis ediliyor. Filmin müziklerini ise alışıla geldiği üzere yine Eleni Karaindrou yapıyor.

Leyleğin Geciken Adımı, Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Puslu Manzaralar, Kumpanya gibi pek çok başarılı ve upuzun filme imza atmış Angelopoulos gene şaşırtmıyor. Uzun plan sekansları yine dört yanı kaplıyor. Zamanın Tozu, Kumpanya ile zaman konusunda benzerlikler taşıyor. Angelopoulos, bazen kamerayı açık bırakıyor ve olaylar gelişiyor. Bu sefer son 50 yılda geçen zamana ve belleğin iç içe işleyişinde sınırlar üzerinden giden bir filmde sınırları bulanıklaştırıyor. Son zamanlarda Antichrist’la fırtınalar koparan Willem Dafoe ise Ulis'in Bakışı'ndaki Harvey Keitel gibi sanki üçüncü bir bobin arıyor. Harvey Keitel'ın oynayacağı başta bir söylenmişse de oyun sahnesi tamamen Dafoe'ye bırakılıyor ki Dafoe de başarılı bir oyuncu olduğundan Angelopoulos filmini taşıyabiliyor. Bruno Ganz için söylenecek pek bir şey yok aslında belki de filmde Dafoe'den daha çok işliyor insanın içine...

Angelopoulos tarzına alışmış bünyelerde bile önceleri bir garipseme yaratabilecek film belki öncelleri gibi üstün yerlerde durmuyor ama enine boyuna ölçüp biçmek gerektiğinde Angelopoulos, aslında değişmiyor, umutsuzluklardan umuda yolculuğunu sürdürür gibi yoluna devam ederek izleyenini üçlemenin son halkasında bekletiyor. Puslu Manzaralar'daki varoluş eli gibi üçüncü bir kanadı gösteren bir yön arıyor.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi48/sinema/Dust-of-Time.html

Woodstock Dalgalarını Aşmak (Taking Woodstock)


Genç bir çocuk, 1973'te buz fırtınası öncesi bir trende çizgin roman okumaktadır. Sayfalara bakarken aklından şunlar geçer: “Fantastik dörtlü bir aile gibidir, diğer süper kahramanlardan farkı da budur; ne kadar güçlenirlerse fark etmeden birbirlerine verecekleri zarar o kadar artar. Aileniz sizin karşıt maddenizdir. Bu bir paradokstur. Siz ne kadar yakınlaşırsanız içine düşeceğiniz boşluk da o kadar derinleşir.” Bundan dört yıl öncesini anlatan bir hikâyede ise genç bir adam, kendi kimliğiyle karşıt maddesi olan ailesi ve bir müzik festivali fırtınasının yardımıyla yüzleşir.

1969 yılında yüzbinlerce 68 kuşağı gencinin katıldığı “barış ve müzik” temalı efsane Woodstock Festivali'nin gerçekleşmesini sağlayan Elliot Tiber'ın Tom Monte'nin katkılarıyla yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan Taking Woodstock (Özgür Woodstock), yönetmen Ang Lee'nin gözünden perdeye yansıyor. Lee, aslında Woodstock'ta gerçekleşmeyen White Lake'de düzenlenen bir festivalin seyir defterini her biri kendine özgü fragmanlara ayrılmış bir ailenin çerçevesinden bakarak karıştırıyor.

Woodstock ruhunu temel alan Taking Woodstock konusu itibariyle White Lake'te yapılan Woodstock festivalinin perde arkasını seyirciye sunuyor. Greenwich Köyü'nde iç mimar olarak çalışan Elliot (Demetri Martin), aksi annesi Sonia (Imelda Staunton) ve babası Jake (Henry Goodman) için motel işlerine yardım etmektedir. 1969 yazında bankanın motele haciz koymasıyla Elliot taşradaki El Monaco'ya dönüp motelin kurtarılmasına yardım etmek için bir şeyler yapmak durumunda kalır. Wallkill'de yapılması planlanan bir müzik festivalinin izninin iptal edildiğini öğrenen Elliot, Woodstock Ventures yapımcısı Michael Lang'i (Jonathan Groof) arar ve festival için organizatörlere kendi motellerini kullanmalarını teklif eder. Festival için büyük bir alana ihtiyaç olmasından dolayı Lang'i yolun aşağısında geniş bir araziye sahip komşusu Max Yasgur'la (Eugene Levy) tanıştırır. Woodstock sahne arkası ekibi, artık El Monaco'ya yerleşir ve yarım milyon insan da “White Lake'te Müzik ve Barış'ın 3 günü” sloganı ile Yasgur'un çiftliğine akın etmeye başlar.

Ang Lee'nin Aileleri

2006 yılında “Brokeback Mountain” ile “en iyi yönetmen” dalında Oscar alan Ang Lee, “The Wedding Banquet” adlı filminde ailesinden erkek arkadaşını saklamak için geleneklerine uygun şekilde davranmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlatır. Aile ve aile çatışması Ang Lee'nin çoğu filminde temel kavramlardan biridir. Kişisel görüşte başyapıtı olan The Ice Storm'la Amerika'da Nixon Watergate skandalı döneminde aile kavramında bütün buzları kırar. Soğukluğundan dolayı yakan bir buz fırtınası anlatımıdır Ang Lee'nin bu şaheseri... Brokeback Mountain'de aile kavramını iki kovboyun aileleri açısından ele alırken Taking Woodstock'ta Yahudi kökenli ailesinin yardımına her daim koşmaya çalışan Elliot'ın kendi kanatlarında uçmadan önce ailesiyle olan yakınlaşmasına baktırır Ang Lee. Buz fırtınası boyunca iki ailenin çatırdamasını anlatılırken Taking Woodstock'a konu olan Woodstock fırtınası da herkesi değiştirecektir. Savaş yıllarında barış isteyen kitlelerin müzik için koştuğu alandaki dalga sahnesi filme dair en dikkat çeken sahnelerden ve seyredenine de fırtınaya tutulmuş binlerce insandan oluşan dalga boylarına baktırıyor bir tepeden...




Elliot'un tuhaf annesini ve babasını canlandıran Imelda Staunton ve Henry Goodman; her ikisi de RADA (İngiliz Drama Sanatları Kraliyet Akademisi) mezunu olup uzun yıllardır pek çok önemli filmde rol almış önemli oyunculardan ancak burada manyak psikopat anne Sonia'yı canlandıran Harry Potter'ın cadılık konusunda master yapmış Dolores'i olarak da anımsayabileceğimiz Imelda Staunton performansının görülmeye değer olduğunu vurgulamak gerek. Diz üstüne çekilmiş çorapları, yürüyüşü, paragözlüğü ve çatlaklığıyla Sonia karakteri ile Staunton çatlak teyze profiline mükemmel bir şekilde düşen anne modelini canlandırıyor. Burada eşcinsel kimliği ile yüzleşen Elliot Tiber'i canlandıran Demetri Martin'in kayda değer performansını ve Liev Schrieber tarafından canlandırılan transeksüel Vilma performansının da gayet başarılı olduğunu not düşmek gerek. Bir de bu sayılanlara ek olarak “There Will Be Blood” adlı filmde terbiye fakiri şerefsiz rahibi enfes bir şekilde oynayarak gönüllere taht kuran ve ileride çok başarılı işlere imza atmasını beklediğimiz Paul Dano'yu Taking Woodstock'ta çiçek çocuk olarak görmek de güzel bir ayrıntı.

Elliot, kendi kimliğini bir nesli tanımlayacak bir deneyimin içinde bulurken hem kendi hayatını hem de bir dönemi başlatacak dönüm noktasına imza atar. Elliot Tiber'in hayatını ve dönüşümünü o dönemki Woodstock fırtınası içinde ele alan Taking Woodstock, bazen yavaş ilerlese de sinema seyircisi için farklı ve yer yer eğlenceli bir deneyim sunuyor ve hatırlatıyor: Tiber olmasaydı 69'un o yağmurlu yazında şu isimler gibi pek çok sanatçı o sahnede olmayacaktı: Joan Baez, Jimi Hendrix, John B. Sebastian, Janis Joplin, Jefferson Airplane, Richie Havens, Santana, Crosby, Stills, Nash & Young, The Who, Country Joe McDonald, Bert Sommer, Tim Hardin, Ravi Shankar, Melanie, Arlo Guhtrie...

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi44/sinema/Taking-Woodstock.html

Son 10 Yılın En İyi Performansları

Willem Dafoe ( Max Schreck)- Shadow of the Vampire (2000):

1922'de F.W.Murnau, Bram Stoker'ın “Dracula”sının isim hakkını alamadığı için biraz üzerinde oynanmış uyarlaması “Nosferatu” adlı efsane filmi çekti. Nosferatu'da Kont Orlock'u Max Schreck canlandırırken E. Elias Merhige, 2000 yılında yeniden çevrim olayına farklı açıdan yaklaştı. Shadow of the Vampire, Nosferatu'nun çekimlerini konu alan ve Max Schreck'in gerçekten vampir olduğuna dair grotesk bir senaryoyu John Malkovich'i Murnau, Willem Dafoe'yu da gerçek hayatta vampir olarak tasvir edilen Max Schreck rolünde karşımıza çıkardı. Metinlerarası bir işlemeyle adeta film içinde film olarak matruşka düzeneğine sahip yapıtta Willem Dafoe, kariyerinin en görkemli performanslarından birini sergiledi. Bakışları, duruşu ve hatta Max Schreck'in görünümüne bürünen Dafoe, gerçeküstü bir oyunda yönetmenle ekibinin kanını içmek üzere anlaşmaya oturdu.

Carrie Anne Moss (Natalie)- Memento (2000)

Christopher Nolan ilk filmi Following'ten itibaren çok başarılı filmlere imza atmıştır. Nicolas Roeg esintili Nolan'ı Memento üne kavuşturan film olmuştur. Yardımcıları Guy Pearce ve Carrie Anne Moss gerçekten güzel bir senaryonun hakkını vermiştir. Carrie Anne Moss, bu filmin öncesindeki ve sonrasındaki süreci kapsayan Matrix serisinde Trinity ile öne çıkmıştır ancak ondan önce kariyerinde çok da iyi atışlar yapamayan bir yolda ilerlemiştir ta ki Natalie rolüyle Memento'da kapıdan dışarı çıkıp birkaç saniye sayıp hiçbir şey olmamış gibi içeri girene kadar. Çoğu insanın eleştirdiği Moss, Memento'da rolünün hakkını fazlasıyla vermiştir ve kariyerinde birkaç yıl sayıp hiçbir şey olmamış gibi yeni baştan içeri girmiştir.

Alexandre Rodrigues ( Buscapé )- Cidade de Deus (2002)

Fernando Meirrelles ve Katia Lund'un filmi Tanrı Kent'in hikayesi, Alexandre Rodrigues tarafından “Roket" takma adlı Buscapé'nin ağzından anlatılır. "Roket" suçtan uzak durmaya çalışırken bir gazeteci olarak suçluların mekanında fink atabilen tek fotoğrafçı olmasıyla başarılı ve bir o kadar da sancılı bir yolda yürümeye başlar. Peki bu genç adamın akılda kalıcı oyunculuğu nereden kaynaklanır. Kuşkusuz Tanrı Kent çok güçlü bir filmdir ve Fibresci'nin yaptığı gibi en iyi erkek oyuncu filmde oynayan tüm erkeklere verilebilir. Ama Buscape, oturduğunuz koltuktan filmin bitmesiyle kalkmanıza dek sizi sanki yanında asistanı olarak çalıştırır. Onun gerçekçi performansı sizi de o tüyler ürpertici atmosferin içinde yakalayıp gittiği her yere götürür.


Bill Murray ( Bob Harris)- Lost in Translation (2003)
Bill Murray'in performansı, Sofia Copolla'nın “Lost in Translation” adlı filminde biraz da komedyen olması dolayısıyla Jim Carrey'nin de Truman Show'da verdiği cevap gibi bir tokattır hatta daha ağırdır. Tokyo ile birlikte oynadığı bu filmde Bill Murray, hor görülen bir oyuncuyu canlandırması yine iç içe geçmiş bir düzeneğin içinde parlayan bir efsanenin birkaç adım öne çıkmasını ve böylece karaktere daha yakından bakmanızı sağlar. Bu performans için çok fazla cümle tüketip kaybolmadan tek kelime edilebilir: müthiş... Sonrasında ise izleyiciyi enfes bir Broken Flowers, Don Juan performansı takip eder.

Min-sik Choi (Dae- su Oh)- Oldboy (2003)

Oldboy Chan-wook Park tarafından yönetilen artk kült mertebesine ulaşmış bir film. Choi Min- sik ise ona vücut vermiş, 15 yıl kapalı kapılar ardında hapis tutulan bir adamı canlandırmıştır. Canlı canlı ahtapot yeme sahnesi, sırra ulaştığında yüzündeki ifade, verdiği savaşla unutulmaz bir performans sergileyip akıllara kazınmıştır.

Christian Bale ( Trevor Reznik)- The Machinist (2004)

“Bu aralar oynamadığım rol kalmayacak” diye yemin ettiğini düşündüren Bale, American Psycho etiketini üzerinden atmışa benziyor. Kariyerinde Batman, John Connor ve enfes bir sihirbaz olan Bale, bu arada bir yerde The Machinist'te bütün ruhunu ve vücudunu filmin yönetmeni Brad Anderson'a satmış gibi duruyor. Verdiği kilolar, uykusuz gecelerin yaşattığı sanrıları mimikleriyle ve bütün vücuduyla performansa döken Bale, bir oyuncunun yapması gerektiği gibi canlandırdığı kişinin kendisi yani çöp adamın sırrındaki Trevor Reznik olarak çıkıyor.

Ellen Page (Hayley Stark)- Hard Candy (2005)



1987 doğumlu Ellen Page, yeteneğin ne demek olduğunu insana her daim hatırlatan oyunculardan... 18 yaşındayken 14 yaşındaki Hayley Stark performansıyla izleyiciye soğuk terler döktüren bir yetenekten bahsediyoruz. David Slade yönetmenliğindeki “Hard Candy”de seyredenini resmen olduğu yere çivilir ve üstüne çekiç darbelerini vurmaya devam eder. An American Crime'da da çok iyi bir performans sergileyen Page'in geleceği daha Hard Candy'deki performansıyla açıkça çok parlak gözüküyor.

Catherine Keener (Gertrude Baniszewski)- An American Crime (2007)

John Malkovich olmanın dayanılmaz hafifliğinde enfes bir performans çizen Catherine Keener, Tommy O'Haver yönetmenliğindeki “An Amerikan Crime” filminde işkenceci anne Gertrude Baniszewski rolünde seyirciye işkence edecek derecede iyi bir performans sergiliyor. Atlı karıncadan mezara doğru bir travmanın güncesini tutan ve gerçek bir olayın mahkeme kayıtlarından uyarlanan filmde evine kiracı olarak aldığı kıza kendi çocukları dahil tüm mahalledeki çocukları yönlendirerek işkence yaptıran Gertrude, Keener performansında mükemmel formunu buluyor. Gertrude oturma odasındaki tahtı niteliğindeki koltuğuyla bütünleşiyor, bir yandan iyi bir anne olmaya çalışırken elindeki kola şişesiyle ürpertiyor.

Philip Seymour Hoffman (Caden Cotard)- Synedoche New York (2008)
Beyin hasarına yol açacak bir düzeneğe sahip bu Charlie Kaufman filminde Samantha Morton'un harika bir şekilde canlandırdığı Hazel ile Hoffman'ın Cotard'ı (isme dikkat) mükemmel bir uyum sergiliyor. 2005'te Truman Capote'yi canlandırarak kariyerinin dönüm noktasını gerçekleştiren Hoffman, Synedoche New York'ta bir yönetmenle özdeşleşmeyi izleyenine yaşatırken hayatını yönetmeye çabaladığı ve hayatının bir oyun sahnesine dönüştüğünde üzerine çöken perdeyi Hoffman'ın oyunu sayesinde taşıyor.

Daniel Day Lewis & Paul Dano ( Daniel Plainview & Eli Sunday) – There Will Be Blood (2007):
Daniel Day Lewis'in oyunculuğu artık ikonlaşsa da In the Name of the Father'daki performansından sonra Paul Thomas Anderson yönetmenliğindeki “There Will Be Blood”ta yaptığı şov etkileyici. Bazen kusursuzca performansını çizmesi, canlandırdığı karakterin bir dezavantajı haline gelse de Day Lewis, petrol zengini, kendi bildiğini okuyan Daniel Plainview olarak sanki karşınızda oturuyor. Ona ise hem kardeş Paul hem de şerefsiz rahip Eli Sunday'i oynayan Paul Dano eşlik ediyor. Paul Dano, Edward Norton'un “Primal Fear”da “gümbür gümbür geliyorum” performansı gibi açıkça bağırıyor. Dano ve Day Lewis ikisi mükemmel bir takım oluşturuyor ve diyaloglarıyla alıp götürüyor. Daniel Day Lewis'in bowling odasında oturup “işim bitti” dediği an kulaklarda çınlıyor.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi44/sinema/Son-10-Yilin-En-Iyi-Performanslari-Ozgenin-Seckisi.html