11 Ekim 2010 Pazartesi

Son 10 Yılın En İyi Performansları

Willem Dafoe ( Max Schreck)- Shadow of the Vampire (2000):

1922'de F.W.Murnau, Bram Stoker'ın “Dracula”sının isim hakkını alamadığı için biraz üzerinde oynanmış uyarlaması “Nosferatu” adlı efsane filmi çekti. Nosferatu'da Kont Orlock'u Max Schreck canlandırırken E. Elias Merhige, 2000 yılında yeniden çevrim olayına farklı açıdan yaklaştı. Shadow of the Vampire, Nosferatu'nun çekimlerini konu alan ve Max Schreck'in gerçekten vampir olduğuna dair grotesk bir senaryoyu John Malkovich'i Murnau, Willem Dafoe'yu da gerçek hayatta vampir olarak tasvir edilen Max Schreck rolünde karşımıza çıkardı. Metinlerarası bir işlemeyle adeta film içinde film olarak matruşka düzeneğine sahip yapıtta Willem Dafoe, kariyerinin en görkemli performanslarından birini sergiledi. Bakışları, duruşu ve hatta Max Schreck'in görünümüne bürünen Dafoe, gerçeküstü bir oyunda yönetmenle ekibinin kanını içmek üzere anlaşmaya oturdu.

Carrie Anne Moss (Natalie)- Memento (2000)

Christopher Nolan ilk filmi Following'ten itibaren çok başarılı filmlere imza atmıştır. Nicolas Roeg esintili Nolan'ı Memento üne kavuşturan film olmuştur. Yardımcıları Guy Pearce ve Carrie Anne Moss gerçekten güzel bir senaryonun hakkını vermiştir. Carrie Anne Moss, bu filmin öncesindeki ve sonrasındaki süreci kapsayan Matrix serisinde Trinity ile öne çıkmıştır ancak ondan önce kariyerinde çok da iyi atışlar yapamayan bir yolda ilerlemiştir ta ki Natalie rolüyle Memento'da kapıdan dışarı çıkıp birkaç saniye sayıp hiçbir şey olmamış gibi içeri girene kadar. Çoğu insanın eleştirdiği Moss, Memento'da rolünün hakkını fazlasıyla vermiştir ve kariyerinde birkaç yıl sayıp hiçbir şey olmamış gibi yeni baştan içeri girmiştir.

Alexandre Rodrigues ( Buscapé )- Cidade de Deus (2002)

Fernando Meirrelles ve Katia Lund'un filmi Tanrı Kent'in hikayesi, Alexandre Rodrigues tarafından “Roket" takma adlı Buscapé'nin ağzından anlatılır. "Roket" suçtan uzak durmaya çalışırken bir gazeteci olarak suçluların mekanında fink atabilen tek fotoğrafçı olmasıyla başarılı ve bir o kadar da sancılı bir yolda yürümeye başlar. Peki bu genç adamın akılda kalıcı oyunculuğu nereden kaynaklanır. Kuşkusuz Tanrı Kent çok güçlü bir filmdir ve Fibresci'nin yaptığı gibi en iyi erkek oyuncu filmde oynayan tüm erkeklere verilebilir. Ama Buscape, oturduğunuz koltuktan filmin bitmesiyle kalkmanıza dek sizi sanki yanında asistanı olarak çalıştırır. Onun gerçekçi performansı sizi de o tüyler ürpertici atmosferin içinde yakalayıp gittiği her yere götürür.


Bill Murray ( Bob Harris)- Lost in Translation (2003)
Bill Murray'in performansı, Sofia Copolla'nın “Lost in Translation” adlı filminde biraz da komedyen olması dolayısıyla Jim Carrey'nin de Truman Show'da verdiği cevap gibi bir tokattır hatta daha ağırdır. Tokyo ile birlikte oynadığı bu filmde Bill Murray, hor görülen bir oyuncuyu canlandırması yine iç içe geçmiş bir düzeneğin içinde parlayan bir efsanenin birkaç adım öne çıkmasını ve böylece karaktere daha yakından bakmanızı sağlar. Bu performans için çok fazla cümle tüketip kaybolmadan tek kelime edilebilir: müthiş... Sonrasında ise izleyiciyi enfes bir Broken Flowers, Don Juan performansı takip eder.

Min-sik Choi (Dae- su Oh)- Oldboy (2003)

Oldboy Chan-wook Park tarafından yönetilen artk kült mertebesine ulaşmış bir film. Choi Min- sik ise ona vücut vermiş, 15 yıl kapalı kapılar ardında hapis tutulan bir adamı canlandırmıştır. Canlı canlı ahtapot yeme sahnesi, sırra ulaştığında yüzündeki ifade, verdiği savaşla unutulmaz bir performans sergileyip akıllara kazınmıştır.

Christian Bale ( Trevor Reznik)- The Machinist (2004)

“Bu aralar oynamadığım rol kalmayacak” diye yemin ettiğini düşündüren Bale, American Psycho etiketini üzerinden atmışa benziyor. Kariyerinde Batman, John Connor ve enfes bir sihirbaz olan Bale, bu arada bir yerde The Machinist'te bütün ruhunu ve vücudunu filmin yönetmeni Brad Anderson'a satmış gibi duruyor. Verdiği kilolar, uykusuz gecelerin yaşattığı sanrıları mimikleriyle ve bütün vücuduyla performansa döken Bale, bir oyuncunun yapması gerektiği gibi canlandırdığı kişinin kendisi yani çöp adamın sırrındaki Trevor Reznik olarak çıkıyor.

Ellen Page (Hayley Stark)- Hard Candy (2005)



1987 doğumlu Ellen Page, yeteneğin ne demek olduğunu insana her daim hatırlatan oyunculardan... 18 yaşındayken 14 yaşındaki Hayley Stark performansıyla izleyiciye soğuk terler döktüren bir yetenekten bahsediyoruz. David Slade yönetmenliğindeki “Hard Candy”de seyredenini resmen olduğu yere çivilir ve üstüne çekiç darbelerini vurmaya devam eder. An American Crime'da da çok iyi bir performans sergileyen Page'in geleceği daha Hard Candy'deki performansıyla açıkça çok parlak gözüküyor.

Catherine Keener (Gertrude Baniszewski)- An American Crime (2007)

John Malkovich olmanın dayanılmaz hafifliğinde enfes bir performans çizen Catherine Keener, Tommy O'Haver yönetmenliğindeki “An Amerikan Crime” filminde işkenceci anne Gertrude Baniszewski rolünde seyirciye işkence edecek derecede iyi bir performans sergiliyor. Atlı karıncadan mezara doğru bir travmanın güncesini tutan ve gerçek bir olayın mahkeme kayıtlarından uyarlanan filmde evine kiracı olarak aldığı kıza kendi çocukları dahil tüm mahalledeki çocukları yönlendirerek işkence yaptıran Gertrude, Keener performansında mükemmel formunu buluyor. Gertrude oturma odasındaki tahtı niteliğindeki koltuğuyla bütünleşiyor, bir yandan iyi bir anne olmaya çalışırken elindeki kola şişesiyle ürpertiyor.

Philip Seymour Hoffman (Caden Cotard)- Synedoche New York (2008)
Beyin hasarına yol açacak bir düzeneğe sahip bu Charlie Kaufman filminde Samantha Morton'un harika bir şekilde canlandırdığı Hazel ile Hoffman'ın Cotard'ı (isme dikkat) mükemmel bir uyum sergiliyor. 2005'te Truman Capote'yi canlandırarak kariyerinin dönüm noktasını gerçekleştiren Hoffman, Synedoche New York'ta bir yönetmenle özdeşleşmeyi izleyenine yaşatırken hayatını yönetmeye çabaladığı ve hayatının bir oyun sahnesine dönüştüğünde üzerine çöken perdeyi Hoffman'ın oyunu sayesinde taşıyor.

Daniel Day Lewis & Paul Dano ( Daniel Plainview & Eli Sunday) – There Will Be Blood (2007):
Daniel Day Lewis'in oyunculuğu artık ikonlaşsa da In the Name of the Father'daki performansından sonra Paul Thomas Anderson yönetmenliğindeki “There Will Be Blood”ta yaptığı şov etkileyici. Bazen kusursuzca performansını çizmesi, canlandırdığı karakterin bir dezavantajı haline gelse de Day Lewis, petrol zengini, kendi bildiğini okuyan Daniel Plainview olarak sanki karşınızda oturuyor. Ona ise hem kardeş Paul hem de şerefsiz rahip Eli Sunday'i oynayan Paul Dano eşlik ediyor. Paul Dano, Edward Norton'un “Primal Fear”da “gümbür gümbür geliyorum” performansı gibi açıkça bağırıyor. Dano ve Day Lewis ikisi mükemmel bir takım oluşturuyor ve diyaloglarıyla alıp götürüyor. Daniel Day Lewis'in bowling odasında oturup “işim bitti” dediği an kulaklarda çınlıyor.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi44/sinema/Son-10-Yilin-En-Iyi-Performanslari-Ozgenin-Seckisi.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder