16 Mayıs 2011 Pazartesi

It’s My Pleasantville- Benim ‘Pleasantville’im: Bölüm 1

Dikkat! Bu yazı dizisi filmlerin içine girip onunla birlikte nefes alır. Sinema filmlerinin üzerine ve üzerine olmayan bağımsız bir boyama çalışması olarak hissiyatına varılır.

Bir vardır bir yoktur; J. Luis Borges öyküsü dile gelir. Aynaların dünyası ile insanların dünyasının beraberce yaşadığı zamanın birinde bir gece ansızın ayna halkı ayaklanır ve savaşın sonunda, Sarı Sultan’ın büyüsüyle ayna halkı yenilir ve aynalara hapsedilir. Bundan sonra insanların hareketlerini taklit etmek üzere cezalandırılırlar. Ayna halkı insanların yansıması olarak köleleştirilir. Ve derler ki bir gün, büyü bozulduğunda ayna halkı özgürlüğü tadacak ve de insanların dünyasını tekrar işgal altına alacak.
***
“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde modern diyarların birinde biri erkek diğeri kadın iki kardeş yaşarmış” diye başlamıştım Garry Ross filmi “Pleasantville” için yazdığım ilk yazıya… Masal bozan ve kendi masalını yazan Pleasantville’de iki kardeş (Tobey Maguiere ve Reese Witherspoon) arasındaki kumanda sevdasının meydana getirdiği kavga, kendilerini bambaşka bir diyarda bulmalarına yol açar. Televizyonda oynayan siyah beyaz Pleasantville dizisinin içine geçiş yapan iki kardeş yavaş yavaş bu masallardaki gibi ötesi olmayan ve görünürde mükemmel olan diyarın renklenmesini sağlar.

Sinemada ışıklar kapandığında filmin içine girer seyirci. Özdeşleşme yaşayarak oradaki karakterlerden biri olur ya da orada yaşananları hisseder. Nihayetinde burada anlatılacakların da gerçek karakter ve hikâyelerle ilgisi olacaktır. Her birimiz bir filmin içinde olduğumuzu hissetmişizdir- hatta King Kong’un yerine bile koyabilir insan kendisini ve ne olur; bazen mükemmel bir şekilde düşer, değişir, katharsis yaşar ve çıkar gider. Pleasantville’deki gibi uzak diyarların birinde siyah beyaz dünyayı değiştirmek isteyebilir. Kusursuzluğun kusurluluğunu açığa çıkarmaya çalışabilir. Her bir karakteri ayrı ayrı bile yaşayabilir. En son Black Swan bu mertebeye ulaşarak pek çok insanın özdeşleşme yaşamasına neden olmuştur. Natalie Portman’la beraber dans edip mükemmel bir düşüş yaşamamızı sağlamıştır. Yazı dizisinin ilk bölümünde köşemizin adıyla bütünleşen “Pleasantville” için ışıklar kapansın ve içine dalalım ve kendimizce siyah beyaz dönemi nasıl kapadığımıza dair bir an gelsin. Pleasantville olsun her yer; bir Orhan Gencebay özlü sözüyle filmle bağımlı bağımsız olarak “hazırsanız başlayalım”.

Herkes ve hiç kimse olmaya dair kimim ben…

Siyah beyaz tüm taşların düzenli olduğu bir dünyada uyandım. Bu dışarıdan seyrettiğim ama içine girdiğimde farklı olduğunu anladığım dünyaya Mary Sue ve Bud olarak gelmiştim. Bud’dan önce David’dim ve bu cam dünyanın hastasıydım, ona dair dizi maratonunu hiç kaçırmazdım. Mary Sue’dan önce Jennifer’dım ve dizi izlemek hatta herhangi bir şey umurumda olmadığı için “la la” diye etrafta geziniyordum. İlk Mary Sue olduğumda Jennifer olduğum halimle bu dünyadan nefret ettim, benim için gayet sıkıcıydı. İlk Bud olduğumdaysa annemin mükemmel kahvaltı hazırlayışını kardeşime göstererek, “harika değil mi” dedim. David iken böyle bir annem yoktu. Fantastik edebiyatın realiteden kaçış teorilerinin geçerliliğini ortadan kaldırmamla afiyetle yiyorum bu özenle hazırlanmış kahvaltıyı. Mary Sue görünümündeki Jennifer olarak ise kilo almaya hiç niyetli olmadığımdan bana göre değildi. Sanki büyük şehirden taşraya inmiş gibi hissediyordum kendimi… İzleyici olarak ise bunların hiçbiri değildim, ne kardeşim vardı ne de o dünyaya bir ilgim. Masallarda da sınırlı diyarlar, belli kalıpların dışına çıkamayan karakterler varken bu camdan dünyaya dalmıştım; dokunduğumda kırılacakmış gibi…
Bir dünya ki ötesi yok. Sokaklarını yürüyorum ama her yer aynı. Laura Marling’in enfes şarkısı “Night Terror” gibi, sanki huzurluymuş gibi duruyor ama gayet rahatsız. Filmin döşeme müziği ile bir alakası olmasa da burada akla düşüyor. Sanki sokaklar dolu ama boş. Night Terror duyuyor gibiyim; onu dinlediğimde hissettiğim gibi hissediyorum. Güzel gibi ama aslında bir kâbus. Sanki bu yolda kulağıma hep çalınacakmış gibi oluyor. Belki de hissedileni anlamak için sadece açıp dinlemek gerekiyor. Bu boş kasaba sanki suyla dolmuş, benim zihnim suyla dolup “Night Terror” ile batıp çıkıyor. Yeah Yeah Yeahs’ten “Runaway” hissiyatı veriyor. Kaçıp gitmek mi kalmak mı zor dediğinde insan, filmin duvarları ve camı arasında izleyici koltuğunda oturan kendine bakıyor.

Buranın ötesinde bir yer var mı diye merak etmek aklına gelmemiş kimsenin. Varolmamanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan siyah beyaz bu kasabada kahvaltılar, akşam yemekleri tam vaktine hazırlanıyor, öğrenciler okula tam vaktinde gidiyor, kimse cinsellik nedir bilmiyor. Dokunulmamış topraklar ince bir mekanik düzende işliyor. Televizyon dünyasının bütün yapaylığına hâkim bir camın arkasında insan sıkışıp duruyor ve cama yapışıp her yerini yoklayıp çıkmak istiyor. Sanki sokakların ötesi Truman Show’daki gibi kaplanmış. Hissetmediği için sanki yaşamıyor.


“Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar…”
Bir gün bir deli gibi suya taş atayım diyorum; siyah beyaz bir gül, Kahire’nin Mor Gülü misali kıpkırmızı oluyor. Bir kedi bile bundan cesaret alıp ağaca çıkıyor. İtfaiyeciler ağaca bakıyor. “İndirsenize” diye uyarıyorum. Burada yangın bile çıkmadığı için öylece ağaca bakıyorlar. Kitaplar sadece süs gibi duruyor kitaplıklarda; dışı kaplıyken içi yok, sayfalar bomboş. Jennifer, Huckleberry Finn hatırladıkça doluyor içleri mesela ancak ben Shakespeare düşünüyorum o sırada. “Hırçın Kız” akla düşüyor; hatırladıkça tüm sayfalar doluyor. Katharina’nın kendisi için özenle dikilmiş beylik elbiseye aldığı tavrı mırıldanıyorum: “Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar. Galiba niyetiniz beni kuklaya çevirmek.” Bu kasabada tam bu zemin üzerine oturmuş yaşıyor. Kukla gibi yaşıyor herkes; kasabanın dışına çıksanız şimdi, şu anda etrafınıza baksanız bazen bu kasabayı görebilirsiniz. Işıklar kapalı ama ben hala Pleasantville’de geziyorum.
Attığım taş yavaş yavaş dalgalandırıyor bu durgun suyun üstünde kendini güvende sanan kasabayı… Çok büyük bir dalga olacağından korkup rengine kavuşan tüm formları yok etmeye çalışıyorlar. Bir cadı avı, McCarthy kazanı ve hatta trenlerin tam vaktinde kalktığı faşizmin kökenleri gibi bir farklılıklardan kurtulma çabası hüküm sürmeye başlıyor. Bir gece ansızın işimi değiştirip resim yapmaya başladığımda karşımdaki modelim ben oluyorum. Yağlı boya tablom yapıldığında bütün renkler açığa çıkıyor paletten tek tek. Değişimin verdiği korku kasabaya yayılıyor. Fiona Apple “hiçbir şey dünyamı değiştirmeyecek” diye fısıldarken kasaba değişiyor, her yer renklendiğinde kendi kendime soruyorum; şimdi ne olacak? Yanımdakine dönüyorum; yanımdaki ben de bilmiyorum.
Aytaç Özge Öndeş

Greenaway’in Başucu Kitabı

“When God made the first clay model of a human being he painted in the eyes , the lips, and the sex. Then he painted in each persons name lest the owner should ever forget it. If god approved on his creation he brought the painted clay into life by signing his own name…’’




1996 yapımı “The Pillow Book” adlı filmin açılışında bu replikleri duyarken bir yandan da yönetmeni Peter Greenaway’in bu sözleri görselleştirmesine tanık oluruz. Özetle, küçük bir kız çocuğunun (Nagiko’nun küçüklüğü) yüzünün boyanmasını izleriz. Tanrı insanı yaratırken, gözlerini yaratırken yanaklar boyanır, cinsiyetini belirlediğinde sıra dudaklardadır. Yapıtını bitirip kendi adını yazarken de kızımızın ense kısmına imza atılır.

“Tuval Bedenler” olarak Türkçe’ye çevrilen ve Peter Greenaway’in yönetmenliğini yaptığı “The Pillow Book”, onuncu yüzyıl Japonya’sından Sei Sonagon’un kitabına dayanır. Filmde genç bir Japon kadını olan Nagiko (Vivian Wu), aşığı Jerome’un (Ewan McGregor) bedeni üzerine mektuplar ve öyküler yazar. Jerome, canlı el yazması olarak Nagiko’nun yayımcısı adama gider ve onunla ilişki yaşar. Bundan sonra ihanet, bedenler üzerinde ölüm ilanları olarak yayınlanmaya ve klasik tabirle; olaylar gelişmeye başlar.

Mimar, ressam ve yönetmen olarak birçok filme imza atan Greenaway, sinemasal anlatım sınırlarını zorlar ve hatta alt üst eder. Film şeridi paletindeki renkler diyebileceğimiz öykü, anlatım, görsellik renklerini karıştırır ki, bunu “Tulse Luper’in Çantaları” serisinde rahatlıkla, paradoksal olarak zorlanarak görebiliriz. Tulse’nin tuğla efektli çantalarında konuşulan şey, kulağa ve göze aynı anda çarpar. Yani sözcükler, sözel ve görsel olarak eş zamanlıdır. Aktörler yer değiştirir, diyalogları yer değiştirir; bu arada diyaloglar akar, müzik yükselir, perde karışır. Anlatımdan çok sekansa önem verir ki, Hollywood filmlerinin anlatımına karşı olması burada kendini gösterir. Greenaway’in yönetmen olarak Alain Resnais’in ideal sinemasına yakın olduğunu belirttiğini duyduğumda, “ikisi de hafızamızı zorluyor” diye düşünmüştüm ki, burada anlatımcı yapıyı bozma söz konusudur. Resnais, “Hiroşima Sevgilim” ve “Geçen Yıl Mariebad’da” filmlerinde belleğe yönelir. Greenaway ise ondan farklı ve benzer olarak imge ve sözcüklerin sayısız kombinasyonuyla kendi ideal sinemasına doğru ilerlemektedir. Zaman ve mekân onun çoklu karelerinde yeniden yapılandırılır.

Aşçıyız, Hırsızız, Karısıyız ve Nihayetinde Aşığıyız!

Ona göre izleyici, sinemanın yanılsamasından, bunu yapanın varlığı hissettirilerek kurtarılmalıdır. Tulse Luper serisinde filmin aracı öyküsüdür. Çoklu görüntüde, karakterin değişik açılardan çekimlerinin Abel Gance Napolyon’u misali görüntünün sağına soluna yerleştirildiğini ve hatta aynı karakteri farklı kişilerin canlandırdığını bile görebiliriz. Sürekli müzik, ses ve yazılar akar durur. Bir izleyici olarak siz, labirentteki fare gibi döner durursunuz. “Ne yapmış böyle” diyerek sürekli eserin sahibini aklınıza düşürebilirsiniz. Bir metni yabancı dile çevirirken bir kelimeye takılmadan direkt devam etmenin önemi aklına gelir insanın. Greenaway’de “ben burayı anlamadım” dediğinizde oraya takılıp kalırsanız oradan çıkamazsınız. Yönetmen, bir yerden sonra bu yoğun imgelerin, görüntülerin aynı anda yer aldığı deneysel çalışmalarına yönelmiştir. Zorlama olarak bu yöntem ya seyircinin belleğini açık tutar ya da filmi apar topar terk etmesine neden olur. İzleyici olarak siz ya sinemasını seversiniz ya da ihanet edersiniz. Sinema koltuklarında “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” olarak oturabilirsiniz. Greenaway seyirciyi pasif olmaktan çıkarır, kendini tamamen filme teslim etmesini ister- özellikle de Pillow Book’tan sonra çektiği filmlerle. Sinemanın gerçekdışılığından yana bir ressam, bir yönetmen olan Greenaway’in “The Pillow Book”unda Tulse Luper (Tuğla Lüper olarak hafızama kazınmıştır!) anlatım tekniklerinin temelini görmek mümkün…

The Pillow Book’ta başlar üst üste bindirilen görüntüler ve anlattığı adeta kaligrafisttir. Filmde bir sahnede normal görüntünün yanında beliren küçük çerçevelerle, gelişmekte olan olayın öncesini ve sonrasını vererek ve anı biriktirerek analizini yapar. Hayata dair ne varsa film paletinde karıştırır ama bu filmin bir başkası tarafından yaratıldığını da hatırlatır. The Pillow Book’un vakti zamanında ‘erotik masal’ diye tanımlandığını anımsıyorum ki, vücutlar birer nesne gibi… Greenaway’de o kadar çok çıplak vücut vardır ki artık o bir süre sonra ‘alışılmadık olanın doğallığı’ olarak gelebilir bu. Her kitap, sekansları numaralandırma işlevi görür ve işte tam bu noktada on üç sekansı birleştiren canlı kitap devreye girer. Leitmotif olarak aynı şarkıyı filmin başından sonuna kadar duyarız. Tulse Luper’de de artık kulağın koşullu olarak duyacağını zannettiği, tekrarlanan bir motif olarak ‘müzik’ vardır. Filmden çıktığınızda müziğin de büyük katkısıyla tuğla yığını altında ezilmiş gibi hissedebilirsiniz.

Robert Schwentike’nin “Tatoo” adlı filminde dövme için biriktirilen derileri gördüğümde aklımda “The Pillow Book” vardı. Konu itibariyle Greenaway’in filmi gelmişti gözümün önüne… Tatoo’da vücudun belirli kısmını kaplayan Japon savaş hikâyelerinin tene işlendiği Irezumi adı verilen dövmeler, filmin içeriğini oluşturur ve nihayetinde alakasız bir Alman gerilim filmidir. Nagiko’nun yağmurla vücudundan yazılar akar ve benzer olarak yine yağmurla Tatoo’daki katilin dövmeleri ortaya çıkar. Nolan’ın “Memento”sunda vücuda yazılan hafıza notlarını da unutmayalım. Ayrıca belirtmek gerekir ki insan derisinden kitap temsili fantastik korku yazarı H.P Lovecraft’ın Cthulhu’sunun temeli Abdul el Hazred tarafından yazıldığına inanılan Necronomicon’da geçer. Gerçi bunlar kişisel olarak akla düşse de yoldan geçen bir Greenaway bu yorumlara “ne alaka” der ki, kendisi belli yönetmenler dışında film izlemeye de karşıdır.

Donald Duck’ın Bitmeyen Travması

Onun filminin geren kısmı her şeyin gayet açık ve net olmasıyla ilgilidir. Kendisinin de söyleyegeldiği üzere çizgi film karakteri olan Donald Duck’ın kaza geçirdikten sonra bir anda başka sahnede iyileşmesi değil, kazadan sonraki bütün hayatı boyunca yaşadığı travması olarak sinemasını tanımlaması gibidir. Yönetmenliğini yaptığı “The Baby of Macon”un üç perdesi düşünüldüğünde tüyler ürperebilir. The Pillow Book’ta ise vücutlar alışılagelmiş kurallara uygun değildir. Jerome ölür ve The Pillow Book artık bir intikam hikâyesine dönmüştür. Aslında Greenaway, olayın anlatımından uzaklaşıp görselliğin fırça darbelerini atar. Onu nasıl kodlayabileceğine yönelip artık nereye doğru gittiğinin haberini vermeye başlamıştır. Zaten filminin çoğu karesi bir tablo estetiğini yakalamış gibi gözükmektedir ki, tablo estetiğini farklı açıdan yakalayan yönetmen Visconti de unutulmamalıdır. Burada resim üzerine bir okuma ancak enine boyuna bilenler açısından yapılmalıdır ki haddim değildir. Açık yüreklilikle söyleyebileceğim Rembrantsal “Nightwatching” filmine bu yüzden dokunmamışımdır. The Pillow Book’ta gönlü hoş eyleyense, bir planda Jerome ve Nagiko karşılıklı oturur ve duvarda yazılar vardır yukardan aşağı kadar… Kişisel olarak görselliğini hayranlık uyandırıcı bulduğum bir karedir.

Greenaway’in nesnelere, sayılara, formüllere, metinlerarasılığa karşı takıntılı olduğu görülebilir. Örneğin Tulse Luper’da çantalar, “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” filminde kaşıklar, “The Pillow Book”ta kalemler açıkça gözünüze sokulur. Tulse Luper’de 92 çanta varsa Pillow Book’ta da 13 kitap vardır. Onun tüm filmlerinde neredeyse buna rastlanıldığına işaret edilir.

“Prospero’s Book”tan sonra The Pillow Book, Greenaway’in ressam yönünü belirgin olarak kullandığı filmlerin sinyallerinden biri gibidir, yavaş yavaş verilmeye başlanan sinyaller… Ressamların tablonun köşesindeki ayrıntı çizimi gibi o da görüntüye parça kareleriyle imzasını atmaya başlar ve seyirci artık filmin bir sanat eseri olduğunun farkına varır ya da bu sanat eserinden ölesiye sıkılır. Sonrasında ise ressamımızın imzaları durdurulamaz bir hal alır. Sinemada ihaneti işleyen adam, sinema kurallarına “ihanet” eder ama bu ihanet bildiğimiz anlamda değil, izleyicinin alışageldiği film izleme seyrini değiştiren, sinemanın ayarlarıyla oynayan bir devrim gibidir. Klasik sinema anlatımını doğru bulmayıp değişik teknik, değişik bir film dili yaratımında deney yaptığı laboratuarında, algı bombardımanı yaşattığı filmleri boyar. “Tanrı insanı yaratır”la başlayan bir serüvende Greenaway de önce çizer ve sonra ense kısmına imzasını atar.
aytaç özge öndeş
kaynak: http://betaarti.com/2011/01/pillow-book/

14 Mayıs 2011 Cumartesi

"Sevmek Zamanı"dır Şimdi...

“Ben senin resmine değil de sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle… Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak. Hayır! Benimle resminin arasına girme. İstemiyorum seni! Ben senin yalnız resmine âşığım.”
Halil (Müşfik Kenter)/ Sevmek Zamanı



Müzik, yağmur, duvarda asılı bir resim ve İstanbul… “Sevmek Zamanı”dır tam da izleyicisini suretine âşık eden. Tek başınalıktır aşkı yaşatan ve bir filmdir ki bir fotoğrafa âşık olan adamı izlerken binlerce kareye, çerçevelenmiş resim gibi kendisine âşık eyleyen. Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli midir ya da zaman, “Sevmek Zamanı” mıdır; yanlış zamanda var olan…
1965 yapımı 1961 Anayasası sonrası Türk Sineması Dönemi’ne tekabül eden Metin Erksan filmi “Sevmek Zamanı”, döneminde ticari gösterime girmese de günümüzde Türk Sinema Tarihi’nin en önemli filmlerinden biri olarak yer almaktadır. Boyacı Halil’in (Müşfik Kenter) bir evin duvarlarını boyarken âşık olduğu resim ve resmin sahibi Meral (Sema Özcan) ile yaşadığı ilişkiye baktırır ve işte bu o enfes görüntülerle anlatılan sinemanın ta kendisidir.

Büyükada’da ustası Mustafa`yla (Fadıl Garan) birlikte boyacılık yapan Halil, boyamaya girdiği boş köşklerden birinde bir kadın resmi görür ve resme âşık olur. Bir yıl boyunca her gün köşke girer ve resmi uzun uzun seyreder. Hikâye de bir gün, köşkün sahibinin kızı resimdeki Meral’in (Sema Özcan), Halil`i resmini seyrederken görmesiyle başlar. Meral, Halil’in kendisine âşık olduğunu düşünerek onunla birlikte olmak ve bu aşka ortak olmak ister. Oysa Halil, Meral’e değil, yalnızca onun resmine âşıktır.

Doğu ve Batı edebiyatının, kültürünün aşk anlayışı akla düşer filmi seyrederken… Batı’nın aşkı tek başına yaşanmaz; çift kişilik aşktır. Doğu’nun aşkı ise tek başına içte yaşanır, çile çekerek o aşka ulaşmaya çalışır. Batı’nın Bach’ında Doğu’nun udisinde Sevmek Zamanı’dır. Doğu’nun saf aşkına bir başka biri karışmaz. Halil’in aşkı kendi aynası gibidir, uzletinde çile çektiği Meral’in bedeninin karışmadığı… Ölümü aşk olacaktır, tek başına o aşkın erdemine ulaşana kadar ama nihai son Batı bedeniyle bir araya gelişindeki ölüm gibi değil. Bizler Batı ile Doğu’nun aşkı arasında gidip geliyoruz. Filmde resme âşık olmak, şimdiki anlamından çok daha ulvi ve derin anlamlar içerirken, modern toplumun tüketimine yansıyan bir eşyaya bağımlılık ya da “bir resim gördüm, âşık oldum” şeklinde bir anlatım değildir. Erksan’ın anlatımı, şiirsel ilmikler atılarak kişinin maddeye olan düşkünlüğüne değil tam tersi maneviyata olan düşkünlüğüne dikkat çekmektedir. Gerçekliğin sorgulanmasına kadar giden bu yolda yağmurun yağışıyla geçip giderken zaman, oradan oraya kocaman resimle dolanan bir adam, elinde kalbini tutmaktadır. Narkissos gibi kendine bakışı, karşısındakinin ayna olmasından öte bir halden çok daha incedir, çok daha zariftir Halil…


Film üzerine Doğu- Batı aşk anlayışı, varoluşsal yaklaşımlar, psikolojik yaklaşımlar olmak üzere pek çok yorum yapılmıştır ancak burada niyet, filmi ameliyat etmek değil; hissetmek zamanıdır. Günümüze yabancıdır belki bu hissiyatın tadına varmak; evinize girdiğinizde sizin resminizi dalmış şekilde izleyen bir adam, öylece oturmuş bakıyor. Kötü niyet beslediğini düşünerek irkilir insan. Eser, gerçek olmayan bir zamanda gerçekleşiyor gibi görünse de aslında izleyicisini sahte kılarak kendini gerçekleştirir. Şimdi bir an olsun Halil ve Meral’in ilk karşılaşması için filmin içine girelim. Klasik özdeşleşmede filmi yabancılaşmadan uzak ve Halil’le birlikte bir o kadar yakın bir an olsun orada olduğunuzu hissederseniz; elimi uzatsam ve Sevmek Zamanı’nın kalbine denk düşsek…

Düşünün ki bir adam sizin resminize âşık olmuş, ya da o adamsınız ve resme aylar boyunca gelip bakmışsınız. “Siz” ve “O” olmak zamanıysa bizim yaptığımız, biri sizin resminize bakıp aylarca onunla vakit geçiriyor. Oraya ilk girdiğinizde o zarif karşılaşma kadar gerçek değildir belki dünya, belki gerçek olan da o zarif karşılaşmanın ta kendisidir. Ya da Halil olarak gerçek dünyanın çelişkisini, ikiyüzlülüğünü istemiyorsunuz. Bir resme takılı kalmak değildir kasıt, aşkın değişmezliğidir. Meral olarak sizi bu durum şaşırtıyor ve o duruma âşık olmaya başlıyorsunuz. Batı’daki gibi dâhil olmak ya da dâhil olmasını arzu ediyorsunuz. Halil olan siz, dışarıdaki aşk arayışlarından çok daha tutarlı olan kendi dünyanızda yaşamak istiyorsunuz. Tüketim toplumunda bunun pek yeri olmadığı âşikar ama bir düşünsenize Halil’in istediğini; “resmin bana ilgiyle bakıyor ve hep bakacak”. Bundan daha güzel bir şey var mıdır size hep ilgiyle bakan ve bakacak olandan daha sevmek isteyebileceğiniz… Bu bir sanallık içermiyor, “belki ellerimi bırakırsın” korkusu da yaşamaktan kaçmak anlamına gelmiyor aslında… Halil bu ya ebedi aşkın, sevmenin derdine düşüyor. O karelere bakarak biz de her seyrettiğimizde hayal kırıklığına uğramıyoruz. Bir film ilk seyredişinizden sonra tekrar izlediğinizde de defalarca hep aynı sonla biter. Biz mi gerçeğiz yoksa “Sevmek Zamanı” mı…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum ‘Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
Raif Efendi- Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali


Bir de Raif Efendi var, muhteşem Raif Efendi… Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sına baka kalan… Onun için Sevmek Zamanı, 1943′te başlamış. Surete âşık olma teması ile ilk akıllara gelen eserlerden birinin başkahramanı. Halil gibi bir resme bakakalan, yıllar sonra Halil’de başka bir halini hissettiren… Halil’in resmi sevmesinden uzun yıllar sonra ise Wong Kar-Wai “Aşk Zamanı” ile gelip içinize işliyor ama Sevmek Zamanı’ndaki resme duyulan aşk, Wong Kar Wai’nin “Eros” alı filmdeki dokumasında tekrar akla düşüyor. “Eros”ta, sevdiği kadına dokunamayan bir terzi, diktiği elbiseyle bağ kuruyor onunla; Halil’den farklı olarak “oymuş gibi” ve Halil’e benzer olarak dış dünyaya uyumlanmaktan çekinmeyi hissettiriyor. Wong Kar-Wai her filmini şiirsel bir dille aktardığı için terziliği de şairane oluyor. Dokunma isteği, bir sahneyle ona dokunmadan gerçekleşiyor.

İstanbul’a, “Tûtî-i mu’cize-gûyem”e, yağmurun iki insanın arasına yağmasına, ayakkabıyı çıkarıp karda çamurda yürümeye bakakalmaktır sevmenin zamanı. İzlediğinizde bazen sadece replikleri duyarsınız, bazen de görüntüleri… Kimi zaman sesini kısıp görüntüleri akar boşlukta… O an bu satırları kaleme alan kişi için filmin her karesine, Batı’nın aşkı adına Songs: Ohio’nun “The Lioness” albümü, doğunun aşkı içinse Tanburi Cemil Bey eşlik edebilir. Sevmek Zamanı ise ışıkları kapatıp dalıp öylece izlemek için başucunuzda durur. Sevmenin zamanına âşık olana dostça ve iyilikle bakar ve ebediyen bakacaktır.

aytaç özge öndeş