16 Mayıs 2011 Pazartesi

It’s My Pleasantville- Benim ‘Pleasantville’im: Bölüm 1

Dikkat! Bu yazı dizisi filmlerin içine girip onunla birlikte nefes alır. Sinema filmlerinin üzerine ve üzerine olmayan bağımsız bir boyama çalışması olarak hissiyatına varılır.

Bir vardır bir yoktur; J. Luis Borges öyküsü dile gelir. Aynaların dünyası ile insanların dünyasının beraberce yaşadığı zamanın birinde bir gece ansızın ayna halkı ayaklanır ve savaşın sonunda, Sarı Sultan’ın büyüsüyle ayna halkı yenilir ve aynalara hapsedilir. Bundan sonra insanların hareketlerini taklit etmek üzere cezalandırılırlar. Ayna halkı insanların yansıması olarak köleleştirilir. Ve derler ki bir gün, büyü bozulduğunda ayna halkı özgürlüğü tadacak ve de insanların dünyasını tekrar işgal altına alacak.
***
“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde modern diyarların birinde biri erkek diğeri kadın iki kardeş yaşarmış” diye başlamıştım Garry Ross filmi “Pleasantville” için yazdığım ilk yazıya… Masal bozan ve kendi masalını yazan Pleasantville’de iki kardeş (Tobey Maguiere ve Reese Witherspoon) arasındaki kumanda sevdasının meydana getirdiği kavga, kendilerini bambaşka bir diyarda bulmalarına yol açar. Televizyonda oynayan siyah beyaz Pleasantville dizisinin içine geçiş yapan iki kardeş yavaş yavaş bu masallardaki gibi ötesi olmayan ve görünürde mükemmel olan diyarın renklenmesini sağlar.

Sinemada ışıklar kapandığında filmin içine girer seyirci. Özdeşleşme yaşayarak oradaki karakterlerden biri olur ya da orada yaşananları hisseder. Nihayetinde burada anlatılacakların da gerçek karakter ve hikâyelerle ilgisi olacaktır. Her birimiz bir filmin içinde olduğumuzu hissetmişizdir- hatta King Kong’un yerine bile koyabilir insan kendisini ve ne olur; bazen mükemmel bir şekilde düşer, değişir, katharsis yaşar ve çıkar gider. Pleasantville’deki gibi uzak diyarların birinde siyah beyaz dünyayı değiştirmek isteyebilir. Kusursuzluğun kusurluluğunu açığa çıkarmaya çalışabilir. Her bir karakteri ayrı ayrı bile yaşayabilir. En son Black Swan bu mertebeye ulaşarak pek çok insanın özdeşleşme yaşamasına neden olmuştur. Natalie Portman’la beraber dans edip mükemmel bir düşüş yaşamamızı sağlamıştır. Yazı dizisinin ilk bölümünde köşemizin adıyla bütünleşen “Pleasantville” için ışıklar kapansın ve içine dalalım ve kendimizce siyah beyaz dönemi nasıl kapadığımıza dair bir an gelsin. Pleasantville olsun her yer; bir Orhan Gencebay özlü sözüyle filmle bağımlı bağımsız olarak “hazırsanız başlayalım”.

Herkes ve hiç kimse olmaya dair kimim ben…

Siyah beyaz tüm taşların düzenli olduğu bir dünyada uyandım. Bu dışarıdan seyrettiğim ama içine girdiğimde farklı olduğunu anladığım dünyaya Mary Sue ve Bud olarak gelmiştim. Bud’dan önce David’dim ve bu cam dünyanın hastasıydım, ona dair dizi maratonunu hiç kaçırmazdım. Mary Sue’dan önce Jennifer’dım ve dizi izlemek hatta herhangi bir şey umurumda olmadığı için “la la” diye etrafta geziniyordum. İlk Mary Sue olduğumda Jennifer olduğum halimle bu dünyadan nefret ettim, benim için gayet sıkıcıydı. İlk Bud olduğumdaysa annemin mükemmel kahvaltı hazırlayışını kardeşime göstererek, “harika değil mi” dedim. David iken böyle bir annem yoktu. Fantastik edebiyatın realiteden kaçış teorilerinin geçerliliğini ortadan kaldırmamla afiyetle yiyorum bu özenle hazırlanmış kahvaltıyı. Mary Sue görünümündeki Jennifer olarak ise kilo almaya hiç niyetli olmadığımdan bana göre değildi. Sanki büyük şehirden taşraya inmiş gibi hissediyordum kendimi… İzleyici olarak ise bunların hiçbiri değildim, ne kardeşim vardı ne de o dünyaya bir ilgim. Masallarda da sınırlı diyarlar, belli kalıpların dışına çıkamayan karakterler varken bu camdan dünyaya dalmıştım; dokunduğumda kırılacakmış gibi…
Bir dünya ki ötesi yok. Sokaklarını yürüyorum ama her yer aynı. Laura Marling’in enfes şarkısı “Night Terror” gibi, sanki huzurluymuş gibi duruyor ama gayet rahatsız. Filmin döşeme müziği ile bir alakası olmasa da burada akla düşüyor. Sanki sokaklar dolu ama boş. Night Terror duyuyor gibiyim; onu dinlediğimde hissettiğim gibi hissediyorum. Güzel gibi ama aslında bir kâbus. Sanki bu yolda kulağıma hep çalınacakmış gibi oluyor. Belki de hissedileni anlamak için sadece açıp dinlemek gerekiyor. Bu boş kasaba sanki suyla dolmuş, benim zihnim suyla dolup “Night Terror” ile batıp çıkıyor. Yeah Yeah Yeahs’ten “Runaway” hissiyatı veriyor. Kaçıp gitmek mi kalmak mı zor dediğinde insan, filmin duvarları ve camı arasında izleyici koltuğunda oturan kendine bakıyor.

Buranın ötesinde bir yer var mı diye merak etmek aklına gelmemiş kimsenin. Varolmamanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan siyah beyaz bu kasabada kahvaltılar, akşam yemekleri tam vaktine hazırlanıyor, öğrenciler okula tam vaktinde gidiyor, kimse cinsellik nedir bilmiyor. Dokunulmamış topraklar ince bir mekanik düzende işliyor. Televizyon dünyasının bütün yapaylığına hâkim bir camın arkasında insan sıkışıp duruyor ve cama yapışıp her yerini yoklayıp çıkmak istiyor. Sanki sokakların ötesi Truman Show’daki gibi kaplanmış. Hissetmediği için sanki yaşamıyor.


“Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar…”
Bir gün bir deli gibi suya taş atayım diyorum; siyah beyaz bir gül, Kahire’nin Mor Gülü misali kıpkırmızı oluyor. Bir kedi bile bundan cesaret alıp ağaca çıkıyor. İtfaiyeciler ağaca bakıyor. “İndirsenize” diye uyarıyorum. Burada yangın bile çıkmadığı için öylece ağaca bakıyorlar. Kitaplar sadece süs gibi duruyor kitaplıklarda; dışı kaplıyken içi yok, sayfalar bomboş. Jennifer, Huckleberry Finn hatırladıkça doluyor içleri mesela ancak ben Shakespeare düşünüyorum o sırada. “Hırçın Kız” akla düşüyor; hatırladıkça tüm sayfalar doluyor. Katharina’nın kendisi için özenle dikilmiş beylik elbiseye aldığı tavrı mırıldanıyorum: “Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar. Galiba niyetiniz beni kuklaya çevirmek.” Bu kasabada tam bu zemin üzerine oturmuş yaşıyor. Kukla gibi yaşıyor herkes; kasabanın dışına çıksanız şimdi, şu anda etrafınıza baksanız bazen bu kasabayı görebilirsiniz. Işıklar kapalı ama ben hala Pleasantville’de geziyorum.
Attığım taş yavaş yavaş dalgalandırıyor bu durgun suyun üstünde kendini güvende sanan kasabayı… Çok büyük bir dalga olacağından korkup rengine kavuşan tüm formları yok etmeye çalışıyorlar. Bir cadı avı, McCarthy kazanı ve hatta trenlerin tam vaktinde kalktığı faşizmin kökenleri gibi bir farklılıklardan kurtulma çabası hüküm sürmeye başlıyor. Bir gece ansızın işimi değiştirip resim yapmaya başladığımda karşımdaki modelim ben oluyorum. Yağlı boya tablom yapıldığında bütün renkler açığa çıkıyor paletten tek tek. Değişimin verdiği korku kasabaya yayılıyor. Fiona Apple “hiçbir şey dünyamı değiştirmeyecek” diye fısıldarken kasaba değişiyor, her yer renklendiğinde kendi kendime soruyorum; şimdi ne olacak? Yanımdakine dönüyorum; yanımdaki ben de bilmiyorum.
Aytaç Özge Öndeş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder