“When God made the first clay model of a human being he painted in the eyes , the lips, and the sex. Then he painted in each persons name lest the owner should ever forget it. If god approved on his creation he brought the painted clay into life by signing his own name…’’
1996 yapımı “The Pillow Book” adlı filmin açılışında bu replikleri duyarken bir yandan da yönetmeni Peter Greenaway’in bu sözleri görselleştirmesine tanık oluruz. Özetle, küçük bir kız çocuğunun (Nagiko’nun küçüklüğü) yüzünün boyanmasını izleriz. Tanrı insanı yaratırken, gözlerini yaratırken yanaklar boyanır, cinsiyetini belirlediğinde sıra dudaklardadır. Yapıtını bitirip kendi adını yazarken de kızımızın ense kısmına imza atılır.
“Tuval Bedenler” olarak Türkçe’ye çevrilen ve Peter Greenaway’in yönetmenliğini yaptığı “The Pillow Book”, onuncu yüzyıl Japonya’sından Sei Sonagon’un kitabına dayanır. Filmde genç bir Japon kadını olan Nagiko (Vivian Wu), aşığı Jerome’un (Ewan McGregor) bedeni üzerine mektuplar ve öyküler yazar. Jerome, canlı el yazması olarak Nagiko’nun yayımcısı adama gider ve onunla ilişki yaşar. Bundan sonra ihanet, bedenler üzerinde ölüm ilanları olarak yayınlanmaya ve klasik tabirle; olaylar gelişmeye başlar.
Mimar, ressam ve yönetmen olarak birçok filme imza atan Greenaway, sinemasal anlatım sınırlarını zorlar ve hatta alt üst eder. Film şeridi paletindeki renkler diyebileceğimiz öykü, anlatım, görsellik renklerini karıştırır ki, bunu “Tulse Luper’in Çantaları” serisinde rahatlıkla, paradoksal olarak zorlanarak görebiliriz. Tulse’nin tuğla efektli çantalarında konuşulan şey, kulağa ve göze aynı anda çarpar. Yani sözcükler, sözel ve görsel olarak eş zamanlıdır. Aktörler yer değiştirir, diyalogları yer değiştirir; bu arada diyaloglar akar, müzik yükselir, perde karışır. Anlatımdan çok sekansa önem verir ki, Hollywood filmlerinin anlatımına karşı olması burada kendini gösterir. Greenaway’in yönetmen olarak Alain Resnais’in ideal sinemasına yakın olduğunu belirttiğini duyduğumda, “ikisi de hafızamızı zorluyor” diye düşünmüştüm ki, burada anlatımcı yapıyı bozma söz konusudur. Resnais, “Hiroşima Sevgilim” ve “Geçen Yıl Mariebad’da” filmlerinde belleğe yönelir. Greenaway ise ondan farklı ve benzer olarak imge ve sözcüklerin sayısız kombinasyonuyla kendi ideal sinemasına doğru ilerlemektedir. Zaman ve mekân onun çoklu karelerinde yeniden yapılandırılır.
Aşçıyız, Hırsızız, Karısıyız ve Nihayetinde Aşığıyız!
Ona göre izleyici, sinemanın yanılsamasından, bunu yapanın varlığı hissettirilerek kurtarılmalıdır. Tulse Luper serisinde filmin aracı öyküsüdür. Çoklu görüntüde, karakterin değişik açılardan çekimlerinin Abel Gance Napolyon’u misali görüntünün sağına soluna yerleştirildiğini ve hatta aynı karakteri farklı kişilerin canlandırdığını bile görebiliriz. Sürekli müzik, ses ve yazılar akar durur. Bir izleyici olarak siz, labirentteki fare gibi döner durursunuz. “Ne yapmış böyle” diyerek sürekli eserin sahibini aklınıza düşürebilirsiniz. Bir metni yabancı dile çevirirken bir kelimeye takılmadan direkt devam etmenin önemi aklına gelir insanın. Greenaway’de “ben burayı anlamadım” dediğinizde oraya takılıp kalırsanız oradan çıkamazsınız. Yönetmen, bir yerden sonra bu yoğun imgelerin, görüntülerin aynı anda yer aldığı deneysel çalışmalarına yönelmiştir. Zorlama olarak bu yöntem ya seyircinin belleğini açık tutar ya da filmi apar topar terk etmesine neden olur. İzleyici olarak siz ya sinemasını seversiniz ya da ihanet edersiniz. Sinema koltuklarında “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” olarak oturabilirsiniz. Greenaway seyirciyi pasif olmaktan çıkarır, kendini tamamen filme teslim etmesini ister- özellikle de Pillow Book’tan sonra çektiği filmlerle. Sinemanın gerçekdışılığından yana bir ressam, bir yönetmen olan Greenaway’in “The Pillow Book”unda Tulse Luper (Tuğla Lüper olarak hafızama kazınmıştır!) anlatım tekniklerinin temelini görmek mümkün…
The Pillow Book’ta başlar üst üste bindirilen görüntüler ve anlattığı adeta kaligrafisttir. Filmde bir sahnede normal görüntünün yanında beliren küçük çerçevelerle, gelişmekte olan olayın öncesini ve sonrasını vererek ve anı biriktirerek analizini yapar. Hayata dair ne varsa film paletinde karıştırır ama bu filmin bir başkası tarafından yaratıldığını da hatırlatır. The Pillow Book’un vakti zamanında ‘erotik masal’ diye tanımlandığını anımsıyorum ki, vücutlar birer nesne gibi… Greenaway’de o kadar çok çıplak vücut vardır ki artık o bir süre sonra ‘alışılmadık olanın doğallığı’ olarak gelebilir bu. Her kitap, sekansları numaralandırma işlevi görür ve işte tam bu noktada on üç sekansı birleştiren canlı kitap devreye girer. Leitmotif olarak aynı şarkıyı filmin başından sonuna kadar duyarız. Tulse Luper’de de artık kulağın koşullu olarak duyacağını zannettiği, tekrarlanan bir motif olarak ‘müzik’ vardır. Filmden çıktığınızda müziğin de büyük katkısıyla tuğla yığını altında ezilmiş gibi hissedebilirsiniz.
Robert Schwentike’nin “Tatoo” adlı filminde dövme için biriktirilen derileri gördüğümde aklımda “The Pillow Book” vardı. Konu itibariyle Greenaway’in filmi gelmişti gözümün önüne… Tatoo’da vücudun belirli kısmını kaplayan Japon savaş hikâyelerinin tene işlendiği Irezumi adı verilen dövmeler, filmin içeriğini oluşturur ve nihayetinde alakasız bir Alman gerilim filmidir. Nagiko’nun yağmurla vücudundan yazılar akar ve benzer olarak yine yağmurla Tatoo’daki katilin dövmeleri ortaya çıkar. Nolan’ın “Memento”sunda vücuda yazılan hafıza notlarını da unutmayalım. Ayrıca belirtmek gerekir ki insan derisinden kitap temsili fantastik korku yazarı H.P Lovecraft’ın Cthulhu’sunun temeli Abdul el Hazred tarafından yazıldığına inanılan Necronomicon’da geçer. Gerçi bunlar kişisel olarak akla düşse de yoldan geçen bir Greenaway bu yorumlara “ne alaka” der ki, kendisi belli yönetmenler dışında film izlemeye de karşıdır.
Donald Duck’ın Bitmeyen Travması
Onun filminin geren kısmı her şeyin gayet açık ve net olmasıyla ilgilidir. Kendisinin de söyleyegeldiği üzere çizgi film karakteri olan Donald Duck’ın kaza geçirdikten sonra bir anda başka sahnede iyileşmesi değil, kazadan sonraki bütün hayatı boyunca yaşadığı travması olarak sinemasını tanımlaması gibidir. Yönetmenliğini yaptığı “The Baby of Macon”un üç perdesi düşünüldüğünde tüyler ürperebilir. The Pillow Book’ta ise vücutlar alışılagelmiş kurallara uygun değildir. Jerome ölür ve The Pillow Book artık bir intikam hikâyesine dönmüştür. Aslında Greenaway, olayın anlatımından uzaklaşıp görselliğin fırça darbelerini atar. Onu nasıl kodlayabileceğine yönelip artık nereye doğru gittiğinin haberini vermeye başlamıştır. Zaten filminin çoğu karesi bir tablo estetiğini yakalamış gibi gözükmektedir ki, tablo estetiğini farklı açıdan yakalayan yönetmen Visconti de unutulmamalıdır. Burada resim üzerine bir okuma ancak enine boyuna bilenler açısından yapılmalıdır ki haddim değildir. Açık yüreklilikle söyleyebileceğim Rembrantsal “Nightwatching” filmine bu yüzden dokunmamışımdır. The Pillow Book’ta gönlü hoş eyleyense, bir planda Jerome ve Nagiko karşılıklı oturur ve duvarda yazılar vardır yukardan aşağı kadar… Kişisel olarak görselliğini hayranlık uyandırıcı bulduğum bir karedir.
Greenaway’in nesnelere, sayılara, formüllere, metinlerarasılığa karşı takıntılı olduğu görülebilir. Örneğin Tulse Luper’da çantalar, “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” filminde kaşıklar, “The Pillow Book”ta kalemler açıkça gözünüze sokulur. Tulse Luper’de 92 çanta varsa Pillow Book’ta da 13 kitap vardır. Onun tüm filmlerinde neredeyse buna rastlanıldığına işaret edilir.
“Prospero’s Book”tan sonra The Pillow Book, Greenaway’in ressam yönünü belirgin olarak kullandığı filmlerin sinyallerinden biri gibidir, yavaş yavaş verilmeye başlanan sinyaller… Ressamların tablonun köşesindeki ayrıntı çizimi gibi o da görüntüye parça kareleriyle imzasını atmaya başlar ve seyirci artık filmin bir sanat eseri olduğunun farkına varır ya da bu sanat eserinden ölesiye sıkılır. Sonrasında ise ressamımızın imzaları durdurulamaz bir hal alır. Sinemada ihaneti işleyen adam, sinema kurallarına “ihanet” eder ama bu ihanet bildiğimiz anlamda değil, izleyicinin alışageldiği film izleme seyrini değiştiren, sinemanın ayarlarıyla oynayan bir devrim gibidir. Klasik sinema anlatımını doğru bulmayıp değişik teknik, değişik bir film dili yaratımında deney yaptığı laboratuarında, algı bombardımanı yaşattığı filmleri boyar. “Tanrı insanı yaratır”la başlayan bir serüvende Greenaway de önce çizer ve sonra ense kısmına imzasını atar.
aytaç özge öndeş
kaynak: http://betaarti.com/2011/01/pillow-book/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder