13 Haziran 2011 Pazartesi

Sıvalı Bir Aile Albümü: The Ice Storm



“Fantastik dörtlü bir aile gibidir, diğer süper kahramanlardan farkı da budur; ne kadar güçlenirlerse fark etmeden birbirlerine verecekleri zarar o kadar artar. Aileniz sizin karşıt maddenizdir. Bu bir paradokstur. Siz ne kadar yakınlaşırsanız içine düşeceğiniz boşluk da o kadar derinleşir.”
“Buz Fırtınası”ndan önce Paul Hood…
***
Yönetmen Ang Lee, “Brokeback Mountain”, “Xi yan” (The Wedding Banquet), “Wo hu cang long” (Crouching Tiger, Hidden Dragon), “Taking Woodstock” gibi pek çok filminde aile kavramına bir ya da birçok yerden temas eder. Bir de tüm bu filmlerin dışında bir yerde duran bir film vardır ki buz gibi bir tokat etkisi altında sersemleten bir başyapıttır. 1997 yapımı “The Ice Storm”la (Buz Fırtınası) Ang Lee, Amerika’da Nixon-Watergate skandalı döneminde geçen bir hikâyesiyle aile kavramındaki ve etrafınızdaki bütün buzları kırar.

Rick Moody’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmin oyuncu kadrosunda Kevin Kline (Ben Hood), Joan Allen (Elena Hood), Sigourney Weaver (Janey Carver), Tobey Maguire (Paul Hood), Christina Ricci (Wendy Hood) ve Elijah Wood (Mikey Carver) yer alır. Amerika Watergate Skandalı ile çalkalanırken Hood ve Carver ailelerinin hikâyesini anlatan film, bir planındaki kapta kırılan buzlar gibi bir çatırdamanın az ilerisinde bir fırtınadır. Sanki aile fotoğrafları birbirine karışmış iki ailenin fotoğraf albümlerine baktırır. Bir resimden diğerine geçerken ortada acı çeken ruhların resimleri, kare kare sinema perdesine aktarılmıştır.

Albüm başta bildiğimiz aile portreleriyle açılır, ilk başta öylece bakarsınız. Sonra gördüğünüz resimlerin bir kenarı yukarı kalkmış gibidir. O resmin yukarı kalkan kenarından tutup kaldırdığınızda filmin diğer bir sahnesi sayesinde altındaki gerçek mutsuz yüzleri görürsünüz. Bazı sahneler, sekanslar altta kalmış yamalı resimler sizi
Daha sonra çekilen Sam Mendes filmi “American Beauty”, “The Ice Storm”la bolca karşılaştırılsa da Ang Lee’nin buz fırtınası öncesinde değil, filmin sonunda bir sessizlik yaşanır. Janey Carver misali gözleriniz kaskatı kesilmiş şekilde kamera yerine film perdesine bakar, buzun ne kadar yakıcı olduğunu hatırlarsınız. Soğuk geçer ve filmde söylenildiği üzere molekülleriniz harekete geçer. Ang Lee’nin başyapıtı The Ice Storm, ışıklar sönükken nereden geleceğini bilemediğiniz bir tokat gibidir. Bu noktada siz, bir aile albümündeki sayfaları çevirirken parmaklarınızla diğer sayfayı açar gibi gözükseniz de bir buz pistinin en zayıf yerinde oturursunuz; film size dokunur.
Aytaç Özge

80’lerde ve 90’larda Tek Çocuk Olmak: I. Televizyon Dizileri Dönemi

80’ler, birçok moda akımının, müzik akımının ve anlam verilemeyen akımların dönemi olarak günümüzde de pek çok gencin hafızalarında yer almaktadır. 80’lerde doğup bu dönemin nimetlerinden 80 sonu ve 90’larda televizyonla faydalanan çocuklar, adam olacak yaşta olsun, TRT ve Star’ın verdiği pek çok diziyle büyüdü. Hele ki tek çocuk olan apartmancı VHS ve Beta çocukları, dizi ve çizgi film karakterlerini aile bireyleri yerine koyabilmişti. “Clementine” adlı kendini bilmez baloncu kız uğruna kaç küçük kızın Malmoth denen yanar döner kişiye savaş açtığını bilirim. Bazen zor durumda kaldığımızda yapacağımız ilk şey de A Takımı’nı çağırmaktı. Sonuç olarak Victor Newman’ın bize verdiği “yaz kızım” yetkisine dayanarak çocukluğumuza damgasını vuranlar için bu yazı dizimizin sizleri o günlere götürmesi adına kısa bir tura çıkartalım.

“V”, yani ülkemizde “Visitors” olarak da bilinen dizi, 1984 ile 1985 yılları arasında çekilmiş daha sonra 2009’da tekrar uyarlanarak gönüllerimizde taht kurmuş bir fantastik bilimkurgu dizisi. İçine kertenkele kaçmış uzaylılar, dünyada ip atlayıp su kaynaklarına sarkıyorlardı. İnsan görünümündeki uzaylılardan kuşkusuz en çok ilgi çekeni Jane Budler’ın canlandırdığı Diana’ydı. V, “Alacakaranlık Kuşağı” gibi TRT’nin saatlerimizi diziye ayarlama enstitüsü olarak hizmet verdiği dönemlerde pek çok çocuğun rüyalarına giren bir diziydi.

Charles In Charge (Charles İş Başında), 1984’te başlayan 1990’a kadar süren Charles’ın öğrencilik yaparken Powell ailesindeki bakıcılık serüvenini anlatır. Kuşkusuz Scott Baio tarafından canlandırılan Charles’ın evin çocuklarının sorunlarıyla ilgilenmesinin yanında daha da eğlenceli olan safça arkadaşı Willie Aames tarafından canlandırılan Buddy Lembeck’in varlığıydı. Charles’ın evin dert babası ve annesi gibi olmasının yanında Buddy’nin her seferinde Charles’a akıl danışması ve yanlış anlaması da tadından yenmeyen anlar arasında yer aldı. Charles, o dönem televizyon karşısında çocukların da bir nevi bakıcısı gibiydi ve aslında iş başındadan öte her daim yardıma koşan, şarjdaki bir evin abisi gibiydi.

O zamanki tabirle Bayan Topesto’nun (Agnes DiPesto) Mavi Ay Dedektiflik Bürosu açılışına sahip destan niteliğindeki telefon konuşması kulaklarda çınlayadursun yıllarca Bruce Willis’i seslendiren Alev Sezer’i de anmak gerek. Tüm bunların yanında pek çok unsur, kuşkusuz Moonlighting (Mavi Ay) saygı duruşuna geçmemizi sağladı. 1985 ile 1989 yılları arasında çekilmiş olan Moonlighting, Cybill Shephard’ın canlandırdığı Maddie Hayes ve Bruce Willis’in oynadığı David Addison Jr. karakteri arasındaki çekişme ve dedektiflik olayları üzerine kuruluydu. İkilinin sevgili olmasını hayal ettiğimiz, bir yaklaşıp bir uzaklaştıkları zamanlarda bile saçma sapan davalar üzerine yaptıkları çalışmalar, Addison’un karizması Mavi Ay’ı unutulmaz hale getirdi.

“MacGyver” adlı dizi Richard Dean Anderson tarafından canlandırılan MacGyver’ın maceralarını anlatan 1985 ve 1992 yılları arasında hüküm sürmüş bir diziydi. MacGyver; markette, evde, dağda ve bahçede ne bulursa onlardan silah ve benzeri işine ne yararsa yapan origamici teyze modelinde bir ajandı. Günlerden bir gün kafamdaki firketeyi televizyona sokarak bir nevi anten görevi görmesiyle kendimi MacGyver gibi hissetmiştim; “anne ben MacGyver oldum” dediğimde “yavrum o nedir” diye de bir cevap almıştım. Kişisel alanda bu anı dışında denilebilir ki MacGyver, bir döneme damgasını vurmuş hamarat bir diziydi.

Perfect Strangers (Muhteşem İkili), 1986 ile 1993 yılları arasında çekilmiş, kuzenler Larry ve Balki’nin maceralarını eğlenceli bir şekilde harmanlayan dönem dizilerindendi. Kırsal kesimin naifliğiyle gelen Balki’nin saflığı ve dürüstüğü karşısında deliren şehir insanı Larry’nin arada derede birlikte yaptığı mutluluk dansı, dizinin unutulmazlarından biriydi. Küçük bir çocuk olarak ekran karşısında saçma bir şekilde mutluluk dansı yapmaya çalıştığımı çok hatırlarım, hatırlayamadığım ve hatırlamak istemediğim ayrıntı ise bunu yaparken etrafımda birilerinin olmaması… Kuzen Larry ve Kuzen Balki, bir Laurel & Hardy edasıyla seyredenin kuzenleri gibi hissettirip gülümsetirdi. Yaratıcısı Dale Mcraven olan dizinin jenerik müziği “Nothing’s Gonna Stop Me Now” da dizinin unutulmaz müziği olarak hafızalara işledi.

Parmaklarımızı birleştirelim ve zaman dursun…

Sadece parmaklarınızı birleştirerek zamanı durdurduğunuzu düşünün. Zaman durur ve o zaman diliminde uyuyabilir, sınav zamanında sınavlara mükemmel cevap verilebilir ve yaşlanmaya karşı savaş açılabilirdi. 1987- 1991 yılları arasında yayınlanan “Out of This World” (Bu Dünyanın Dışından) adlı dizide uzaylı bir babaya sahip Maureen Flannigan tarafından canlandırılmış Evie Ethal Garland, bu yeteneğe sahipti. Garip bir prizma sayesinde babasıyla konuşan Evie, her istediğini yapıyordu ve dokunduğunu da o zamansızlığa getirebiliyordu. Süper güç kavramına çocukluk döneminde farklı bir yaklaşım getiren prizma babalı Evie, evimizin süper kahramanı gibiydi.

Şimdi hala bu dünyanın içinde bir yerde o dönemi geç de olsa yakalamış bazı içteki çocuklar parmaklarını birleştirip “aa olmadı” hayal kırıklığını hatırlayabiliyorlar. Şükredelim ki A Takımı Baracus’u gibi ağırlığınca altın kolyeyi takmıyorlar ama söylenceye göre hala bir yerde karşılaştıklarında kuzenlerin mutluluk dansını bile yapabiliyorlar, tek çocuk olsalar bile…

Aytaç Özge

John Hughes: Orada Bir Yerde Tek Başına



Orson Welles’in “ I know what it is to be young” sözleri kulaklarda çınlayadursun genç olmanın verdiği yükü bambaşka bir şekilde yorumlayan bir yönetmendir John Hughes. 80’li yıllarda yazıp yönettiği pek çok filme genç olmaya tepeden bakmamıştır. Gençlik filmleri denildiği zaman akla ilk o düşer. 2009 yılında vefat etmiş Hughes, hala filmlerini açan 80’li yılların çocukluğunun, gençliğinin ve sonrasında alayının, onları alıp kendi evine götüren kapı komşusu gibidir.

“16. Doğum Günüm” (Sixteen Candles), “Kahvaltı Kulübü” (The Breakfast Club), Weird Science (Garip Formül), “Ferris Bueller’s Day Off” (Ferris Bueller’le Bir Gün), Pretty In Pink (Pembeli Kız) gibi 80’lerin sinema tarihine filmleriyle imzasını atan Hughes, 90’larda ise “Beethoven” ve “Home Alone” (Evde Tek Başına) gibi pek çok tanıdık film serisinin senaryosuna imzasını atmıştır.

Hughes’un ilk kez yönetmenlik yaptığı “16. Doğum Günüm”, daha sonra senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı pek çok filmin ayak seslerini içerir. Yönetmen; ilgisiz ebeveynler, okulda yaşanan sınıfsal çatışmalar konularını farklı bir mizansene taşırken 80 dönemi filmlerinde kadrolaştırdığı oyuncularıyla da tanıdık bir atmosfer içinde kaybolmanızı sağlayabilir. Hughes, ilk filminden sonra Anthony Michael Hall ve Molly Ringwald gibi pek çok oyuncuyla yönetmenlik yoluna devam eder. The Breakfast Club’la öyle bir film yaratır ki seveninin başucunda yer alır. Filmde yine gençliği bir yere toplar ve onları bir gece okulda baş başa bırakır.

16. Doğum Günüm, senaryosunu yazdığı 90’ların büyük çıkışlı, başrolü için daha sonra büyük inişli “Evde Tek Başına” filminin açılış sinyallerini saklar. Kevin (Macaulay Culkin), ailesinin tatile gitme telaşı sırasında nasıl evde unutuluyorsa 16. Doğum Günü’ne giriş kısmında da Samantha’nın (Molly Ringwald) ailesinin diğer kızlarını evlendirme telaşıyla ve aile bireylerinin Samantha’nın doğum gününü unutmasıyla karşılaşırız. 16 yaşındaki Samantha, genelde filmlerde gördüğümüz sarı kılıklı okul otobüslerinden birinde daha küçük yaşta ne yaptığı belirsiz okul çocuklarının arasına oturduklarında, “Daha onurlu bir seyahat şekli olmalı” der. Ailesinden, okuldaki popülarite durumlarından feci şekilde canı yanan gençler, daha ideal bir dünyada yaşamak istemektedirler.

Bu, tıpkı daha sonra çekilen “Weird Science”da iki inekten hallice arkadaşın yanlarında olması için Kelly LeBrock’un, canlandırdığı Lisa gibi ideal bir kadını yaratması gibidir. Weird Science’da Sixteen Candles’te içlerinde tıfıl John Cusack’ın da yer aldığı kafayı teknolojiye takmış bir grup inek öğrencinin daha sonraki hikâyesi gibidir. Filmde Cusack kardeşlerin ergen hallerini görmek de ayrı bir keyif verir. 16. Doğum Günüm, yönetmenin daha sonraki pek çok filminin içinden tipleme ve konu seçeceği bir kaynak filmdir. Weird Science için de aslında kendi çocukluğuma şöyle bir uzandığımda dergilerden kesip bir tahta üzerinde oynattığım mükemmel gazete parçaları tiyatrosuna ilham kaynağı olup olmadığını hep düşündürmüştür.

Hughes, 60 yaşına varmadan hayatını kaybederken, geride pek çok insanın içine işleyen filmlerini bırakmıştır. Popülariteyi sorgulayıp asıl sınıflaşmanın sınıf ortamındaki haline baktırarak sıcak atmosfere sahip eserler ortaya koYmuştur ve derler ki sevenleri hala o filmleri seyretmeye doyamaz; bir kahvaltı kulübünde toplanıp gençliğin içine düştüğü kaosu ve asıl anlamını bilen bu adamı hiç unutmazlar.

Aytaç Özge

Kuzuların Sessizliği’nden Önce Pusudaki Avcı: Manhunter


Yağmurlu bir cuma gecesi… TRT’nin cuma gecesi korku- gerilim filmlerini küçücükken seyrine dayalı bir aile geleneği, bugün hala arada dürttüğü gibi dürter insanı. Yağmurlu, şimşekli cuma gecelerinin vazgeçilmez klasiği, genelde yorgan altı patlamış mısırın eşlik ettiği bir korku ya da gerilim filmi olarak kayıtlara geçebilir. Parmaklar yine bir DVD arayışına yönelir ve aralarından “Manhunter” (İnsan Avcısı) adlı film, yeniden seyredilmek üzere ışıkları söndürür. O mehtaplı gecelerde gerilim filmleriyle yüzleşmenin bir başka rahatsız seyri gerçekleşir.

Thomas Harris’in üçlemesinden (ben diyeyim 3 siz deyin 4)“Kuzuların Sessizliği”ni unutmak yakın bir gelecekte de pek mümkün gözükmüyor. Özellikle 1991 yılında Jonathan Demme tarafından filme alınarak Anthony Hopkins’in yeniden can verdiği Hannibal karakteri hafızalara kazınırken üçlemenin diğer eserleri olan “Red Dragon” ve “Hannibal” da filme çekilir. Sezen Cumhur Önal deyimiyle bütün bu olan biten garip olaylar içinde 1986’da çekilen Michael Mann’ın yönetmenliğini yaptığı “Red Dragon” uyarlaması “Manhunter”, kuşkusuz Demme’nin Kuzuların Sessizliği’nin ayak sesleridir. Kendi başına bir eser olarak yorumlanması gereken “Manhunter”, stillerden stil beğen bir kültleşmiş eser olarak hafızalara kazınır.



Üçlemenin filmlerine seri bir şekilde ama fazla dalmadan Michael Mann’in Manhunter’ının başrolünde FBI ajanı Will Graham karakterinde William Petersen yer alırken, seri katil Francis Dolarhyde’ı Tom Noonan, Hannibal Lecktor’u (Kuzuların Sessizliği’nde Lecktor soyadı Lecter’dır) Brian Cox, görme engelli Reba Mclane’i Joan Allen canlandırmaktadır. 2002 yılında ise Manhunter’ın yeniden çevrimi ve üçlemeden Red Dragon’un uyarlamasının yönetmenliğini Brett Ratner yapar. Filmin Başrollerini Edward Norton, Ralph Fiennes, Anthony Hopkins ve Emily Watson paylaşır ki bazen hakkını verilmeyecekse neden filmlerin yeniden çevrildiğini de akla getiren filmler arasında yerini alır.

Bir seri katilin sınırlarına adım attığınızda onunla birlikte kaybolmak, son yıllarda “The Cell” ve “Zodiac” gibi birçok filmde deneyimlenebilir. Oraya girdiğinizde bir daha çıkamadığınız bir kedi fare oyununda 2002 yapımı Red Dragon, dış paketi şık hazırlanmış ama içi boş olan bir biblo gibidir. Manhunter ise bu biblodan çok daha sade olmasına rağmen stil sahibidir. Bu, bir sahneyle bile anlatılabilir. Manhunter’da Francis Dollarhyde, aşık olduğu görme engelli Reba’yı uyutulmuş bir kaplanın yanına getirir. Reba, uyuşmuş kaplana dokunurken Mann’in görüntüye tad veren musiki takıntısından dolayı fonda Shriekback’in “Coeolacanth” adlı eseri çalar. Sahne tüyler ürpertici derecede etkileyicidir. Aynı sahne, 2002 yapımı Red Dragon’da o hissiyatın yanına bile yaklaşamaz.

Manhunter, “bu ne böyle, ne biçim film, hatta bazı sahneler komik” diye tepkiler alabilir ama daha yakından bakıldığında Mann’in filmografisindeki en önemli filmlerden biridir. Rolüne özenle hazırlanmış “Hannibal” Brian Cox, karakterini enfes bir yorum farkıyla oynamıştır. Karakteri Hopkins’ten evvel canlandırmıştır ama yalın bir oyunculuk sunar. Hopkins’in estetik ve cevvallik kattığı karakter, Cox’ta ise normal normal konuşabilen bir insan gibi çizilmiştir. Hopkins fena halde iyidir rolünde, boyamıştır hatta rolünü, büyük oynamıştır ama Cox’un hakkı da yenemez; insanlık ve delililiğin dağlarının arasında bir yerde dolanır.

Kuzuların Sessizliği bir başyapıtken onun atalarından olan Manhunter’ı da yabana atmamak gerekir. Mann, bir psikopatın gerçek olamayacak derecede yalın halini özenle hazırlamıştır. L.A Confidential’ın görüntü yönetmenliğini de yapan Dante Spinotti’nin de katkısıyla Mann, izleyicisini o psikolojiye baktırarak görüntülerini didiklemeyi sağlayacak derecede bir “Manhunter” değil, Mannhunter filmi deneyimi yaşatır. Artık Mann mi avcıdır, bu filmi izledikten sonra izleyici mi orasına diğer filmlerinin izini sürerek karar verebilirsiniz.

Aytaç Özge

Aynadaki “Büyük Umutlar”



Bir varmış bir yokmuş; uzak ve yakın diyarların birinde küçük bir kız yaşarmış. Çekmecenin içinden bir ruj alıp kendisini aynada annesi gibi güzelleştirmeye çalışmamış. Nikâh masasına oturamayan teyzesinin, küçük kızı erkek avcısı olarak yetiştirmesiyle her ruj darbesi bir kırık kalbe çizik atmış. Günlerden bir gün küçük kız büyümeye başlamış; baktığı aynayı, çocukluğunu beraber geçirdiği oğlan çocuğuna verip onu çocuğun aynasından görmemizi sağlamış. Ayna paramparça da olsa küçük kız, erkek çocuğun gözünden muhteşem gözükmekteymiş. Öyle muhteşem ve öyle estetize edilmiş ki, biz dâhil kimse, daha yaklaşmadıkça uç kırıklarını görememiş.

Yazar Charles Dickens’ın Great Expectations (Büyük Umutlar) adlı romanı, dizi ve filmlerin birçok kez uyarlama olarak üzerinden geçtiği klasikleşmiş bir roman. Başrollerini Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow’un paylaştığı, yönetmen Alfonso Cuaron’un 1998 yılında çektiği “Büyük Umutlar” adlı filmin, birebir bir kitap uyarlaması olarak ele alınması yerine ilham kaynağı şeklinde işlendiğini vurgulamak gerekir. Eseri modernize eden Cuaron, ortaya farklı bir sanat eseri çıkarmıştır. Kitaptan bağımlı bağımsız olarak kendi başına bir yapıt olan bu film, sinematografik açıdan enfes bir atmosfere sahip olması dışında, tek bir karakterin gözüyle ‘büyük umut’ dünyasına bakmamızı sağlamaktadır. “Büyük Umutlar”, bir kalem kutusuyla Florida’dan New York’a getirilir ve klasikleşen bir tanımla; olaylar gelişir.


Film, Florida’nın bir balıkçı kasabasında kardeşi ve onun erkek arkadaşı ile yaşayan Finnegan Bell’in (Ethan Hawke), sanat ve aşk tarihine doğru bir yolculuğudur. Çocukluğunu beraber geçirdiği Estella’nın (Gwyneth Paltrow) peşinden rüzgârda dans eden bir ‘Amerikan Güzeli poşeti’ gibi oradan oraya savrulmasını izleriz film boyunca… Kendi kalbinin kırıklığı dolayısıyla Bayan Dinsmoor (Anne Bancroft), yeğeni Estella’yı erkeklerin ulaşamayacağı bir noktada yoğurarak büyütür. Resim sanatına yeteneği ile dikkatleri üzerine çeken Finnegan Bell ise böyle düşer aşka… Ulaşılmaz olarak betimlediği Estella ise mükemmelleştirilmiş bir form olarak Bell’in kalbinde her seferinde yeniden doğar.

Filmde Estella’nın neyi nasıl yaşadığından çok, Finnegan Bell’in gözünden görürüz Estella’yı… Finn âşık olur, estetize eder ve mükemmel şekilde düşer. Estella ise böyle yetiştirilerek aslında mükemmel olmayan bir formda kaybolmuştur. Estella’nın kayboluşu, Finn’in aynasından baktığımızda bir masal estetiği gibi farklı bir imajla görünmektedir. Finn’dir Estella’yı Estella yapan, onu göklere çıkaran, mükemmel resmin her detayını bize çizen ve altına imzasını atan. Oysa Estella onun gibi cesur olamamıştır, sevgiyi ya da aşkı doyasıya yaşayamamıştır. Asıl olan Finn’in Estella’ya duyduğu aşk değil sadece Finn’in aşkıdır. Estella ise olması gerekendir, ya da yaptıklarını yapması gereken, asıl sevgiye muhtaç olan. Bizler, Finn’in gözü oluruz ve bakarız Estella’ya; oysa Estella, mükemmeliyetçilik arayışında arada görmüş olabileceğimiz en kayıp bireylerden biridir. Film de, aslında Estella’ya bakmaz; o düşünceye, ulaşılmak istenen ideaya baktırır. Finn’in onu resmedişini bize aktarır. Oysa Finn’in resmindeki kadın, mükemmeliyetçilikten uzak bir formda eksiktir, kusurludur. Kusurlu olmasından öte ayna kırıklarla doludur, özdeşleşme ile yaşadığımız ayna, karşımızdakine kendi aynamızdan bakışımız ve nihayetinde bizim diğer bir yansımamız olan karşımızdaki kişidir. Ayna, ayna söyle bana; “Finn çizer Estella’yı, Estella’nın bir kalemi bile yoktur.”


“Büyük Umutlar”ın Müziği


Filmin soundtrack albümünde yer alan şarkılara baktığımızda yeşil rengin ve görsellik konusunda eşsiz bir atmosferin üzerinde her birinin tüy gibi uçuştuğunu hissedebiliriz. Şarkılar o kadar hassas noktalarda devreye girer ki, film karelerine dokunur gibi yapar ama tam dokunamaz. Görüntülerin üzerine dokunan farklı tonlardaki tüyler gibilerdir. Patrick Doyle’un Tori Amos hissiyatıyla eşsiz “Kissing In The Rain”ine eşlik ederek yağmurda ıslanmanın hazzına dokunur. Pulp’ın “Like A Friend” şarkısı, resmini çizdiğiniz kişinin ardından koşmanızı sağlar. Her şarkı, havada uçuşan tüylerin resme dokunur gibi yapıp kendini çekmesi tadında bir atmosfer yaratır. Daha sonra da “Büyük Umutlar” kareleri, havada asılı kalmış tüm bu tüylerin kendini bırakması hissiyatıyla renklenir. Bazen bakmışsınız, şarkılara dair bütün tüyler havada uçuşup yere inmiş; sonra bir rüzgâr estiğinde uçuşarak tekrar film kareleri üzerinde dans etmiş. Başlı başına bir başka olan bu eseri hissetmek ve keşfetmek adına filmin müziklerine ait diğer seçme eserlerden bazıları şunlardır: Tori Amos- Siren, Chris Cornell- Sunshower, Lauren Christy- Walk This Earth Alone, Iggy Pop- Success, Mono- Life In Mono.

Battaniyeniz hazır, filminiz ve müziğiniz açık olsun.

Aytaç Özge

Bir Şehrin Olmayan Senfonisi


Karanlık bir sokakta kendi kendini öksüz bırakır mı insan; kimsesiz… Boşlukta ilerlerken sorar mı kendine bu caddeler, bu sokaklar kimin… Bu kocaman şehirde bütün ışıklar kapansın; “28 Days Later” filmindeki gibi tek başına uyanma vakti bir sokakta. İşte o an, Theo Angelopoulos’un “Ulis’in Bakışı” atmasıyla Eleni Karaindrou’nun filme döşediği aynı isimli ana tema şarkısı bu şehrin her yanında yankılasın. Elimi uzatsam yabancı; aklını okusam, yanı başında olsam ya da aslında olmasam bu tek başınalığa seni götürmeme izin verir misin?

Bomboş sokaklar, bir keman sesiyle, bir de lambalarla aydınlanıyor. Kulağının hemen yanında sana fısıldıyorum yabancı; kalktığında tüm şehri kaplayan o notaları duyabiliyorsun şu an. Klavyeye piyano tuşu edasıyla yazılan her karakter ya da karaktersiz hikâyeler, bu şehrin lambalarının gölgelerinde yere düşüyor. Yürümeye başladığında korkmuyorsun artık. O kadar boş ki sokaklar, o kadar boş ki o büyük caddeler… Duyuyor musun kemanın narinliğini, o çok iyi bildiğin yollarda kaybolduğun şu anda sana eşlik ediyor. Hiçbir sorumluluğun yok bu şehre ve hiç bu kadar güzel gözükmüş müydü gözüne…

Kemanın yaylarıyla hareket ediyor denizin dalgaları… Sen bu sokakta doğdun bu gece, bir cenin gibi kıvrılmış yatıyordun bu şehirde yaşadığın o karmaşa içinde… Korkuyordun; o kadar kalabalık ve aslında kalabalıklar içinde o kadar yalnızdı ki bütün insanlar. O kadar yapaydı ki her şey, rutine ayak uydurmazsan yaşamıyordun. Omzunun arkasından gelip rüzgârla saçını okşayan bu müzik, sana yaşadığını hissettirebilir. Araf’ta mıydın hep… Bengi dönüş içinde bu şehirdeki bir fare gibi oradan oraya mı koşturdun?

Şimdi durma zamanı, Boğaz köprüsünün tam ortasında öylece kalma zamanı. Ne geri git, ne ileri… Köprünün üzerinde gökten gelen bir müzik; bir keman sesi bütün tanıdığın o yerlere bakarken tanımadığını fark ettirsin sana; ne Avrupalı ol ne Asyalı… Söz vermiştin yarın için, sözlerini tutacaktın ama bugün bu köprüde hiçbir söz hatırlanmıyor, hafızan silinmiş gibi… Koskoca bir şehirde ilk defa yalnızlığı değil de tek başınalığı tadıyorsun belki… O kadar ürkütücü olmasa gerek. En büyük acıyı annenden bu şehre doğarken yaşadın ve unuttun onu sanki. Bu uyanıştan önce bütün karmaşıklığını yaşadığın şehirde trafiğe bile acı olarak baktın. Elimi tutarsan benim varlığımı sadece hissedip yokluğumda tek başına olacaksın; bir an korkacaksın belki de koskoca şehirde tek başına olunca ama kalabalık içinde kaybolursun zaten… Şu an bu andan çıktığın ve yaşadığın İstanbul’daki yalnızlığının senfonisini o kadar kalabalıklaştırmışsın ki aslında yaşayamamışsın, ne birlikteliği bilmişsin, ne tek başınalığı…

Bir an olsun “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” halini gerçekten hissetmen ve sadece bu an bir kez olsun Araf’ta kalman adına gerçeklik yaratıldı; gündüz ve gece yaratıldı, iyi ve kötü yaratıldı. Bu yazıyı okuduğun süre boyunca sana Eleni kemanıyla eşlik etmeye çalıştım ben, ben olmadan, belki rüzgâr, belki bir dalga olarak. Bu caddelerde, yollarda kaybolman sorun değil; sen seninle oldukça rüzgâr ne yöne eserse essin. Suyun altında dans eder gibi dursan bu şehrin üzerinde sen, sen olmadıkça dünyanın en güzel yeri olan bu yer bile nefes alamadığın bir bahçeye dönüşecek. İzin ver, kendin olmaya belki bu anlık belki bir zamanlık. Güneş doğduğunda nasıl olsa birden dalgalar gibi olan insan yığını üzerine doğru gelecek. Kendi tek başınalığını hissetmekten korkmasan belki sokaklarda kaybolmayacaksın. Orada değilim, şimdi ben senim, gözlerini aç.
Aytaç Özge
Kaynak: http://betaarti.com/2011/03/bir-sehrin-olmayan-senfonisi/