13 Haziran 2011 Pazartesi

Kuzuların Sessizliği’nden Önce Pusudaki Avcı: Manhunter


Yağmurlu bir cuma gecesi… TRT’nin cuma gecesi korku- gerilim filmlerini küçücükken seyrine dayalı bir aile geleneği, bugün hala arada dürttüğü gibi dürter insanı. Yağmurlu, şimşekli cuma gecelerinin vazgeçilmez klasiği, genelde yorgan altı patlamış mısırın eşlik ettiği bir korku ya da gerilim filmi olarak kayıtlara geçebilir. Parmaklar yine bir DVD arayışına yönelir ve aralarından “Manhunter” (İnsan Avcısı) adlı film, yeniden seyredilmek üzere ışıkları söndürür. O mehtaplı gecelerde gerilim filmleriyle yüzleşmenin bir başka rahatsız seyri gerçekleşir.

Thomas Harris’in üçlemesinden (ben diyeyim 3 siz deyin 4)“Kuzuların Sessizliği”ni unutmak yakın bir gelecekte de pek mümkün gözükmüyor. Özellikle 1991 yılında Jonathan Demme tarafından filme alınarak Anthony Hopkins’in yeniden can verdiği Hannibal karakteri hafızalara kazınırken üçlemenin diğer eserleri olan “Red Dragon” ve “Hannibal” da filme çekilir. Sezen Cumhur Önal deyimiyle bütün bu olan biten garip olaylar içinde 1986’da çekilen Michael Mann’ın yönetmenliğini yaptığı “Red Dragon” uyarlaması “Manhunter”, kuşkusuz Demme’nin Kuzuların Sessizliği’nin ayak sesleridir. Kendi başına bir eser olarak yorumlanması gereken “Manhunter”, stillerden stil beğen bir kültleşmiş eser olarak hafızalara kazınır.



Üçlemenin filmlerine seri bir şekilde ama fazla dalmadan Michael Mann’in Manhunter’ının başrolünde FBI ajanı Will Graham karakterinde William Petersen yer alırken, seri katil Francis Dolarhyde’ı Tom Noonan, Hannibal Lecktor’u (Kuzuların Sessizliği’nde Lecktor soyadı Lecter’dır) Brian Cox, görme engelli Reba Mclane’i Joan Allen canlandırmaktadır. 2002 yılında ise Manhunter’ın yeniden çevrimi ve üçlemeden Red Dragon’un uyarlamasının yönetmenliğini Brett Ratner yapar. Filmin Başrollerini Edward Norton, Ralph Fiennes, Anthony Hopkins ve Emily Watson paylaşır ki bazen hakkını verilmeyecekse neden filmlerin yeniden çevrildiğini de akla getiren filmler arasında yerini alır.

Bir seri katilin sınırlarına adım attığınızda onunla birlikte kaybolmak, son yıllarda “The Cell” ve “Zodiac” gibi birçok filmde deneyimlenebilir. Oraya girdiğinizde bir daha çıkamadığınız bir kedi fare oyununda 2002 yapımı Red Dragon, dış paketi şık hazırlanmış ama içi boş olan bir biblo gibidir. Manhunter ise bu biblodan çok daha sade olmasına rağmen stil sahibidir. Bu, bir sahneyle bile anlatılabilir. Manhunter’da Francis Dollarhyde, aşık olduğu görme engelli Reba’yı uyutulmuş bir kaplanın yanına getirir. Reba, uyuşmuş kaplana dokunurken Mann’in görüntüye tad veren musiki takıntısından dolayı fonda Shriekback’in “Coeolacanth” adlı eseri çalar. Sahne tüyler ürpertici derecede etkileyicidir. Aynı sahne, 2002 yapımı Red Dragon’da o hissiyatın yanına bile yaklaşamaz.

Manhunter, “bu ne böyle, ne biçim film, hatta bazı sahneler komik” diye tepkiler alabilir ama daha yakından bakıldığında Mann’in filmografisindeki en önemli filmlerden biridir. Rolüne özenle hazırlanmış “Hannibal” Brian Cox, karakterini enfes bir yorum farkıyla oynamıştır. Karakteri Hopkins’ten evvel canlandırmıştır ama yalın bir oyunculuk sunar. Hopkins’in estetik ve cevvallik kattığı karakter, Cox’ta ise normal normal konuşabilen bir insan gibi çizilmiştir. Hopkins fena halde iyidir rolünde, boyamıştır hatta rolünü, büyük oynamıştır ama Cox’un hakkı da yenemez; insanlık ve delililiğin dağlarının arasında bir yerde dolanır.

Kuzuların Sessizliği bir başyapıtken onun atalarından olan Manhunter’ı da yabana atmamak gerekir. Mann, bir psikopatın gerçek olamayacak derecede yalın halini özenle hazırlamıştır. L.A Confidential’ın görüntü yönetmenliğini de yapan Dante Spinotti’nin de katkısıyla Mann, izleyicisini o psikolojiye baktırarak görüntülerini didiklemeyi sağlayacak derecede bir “Manhunter” değil, Mannhunter filmi deneyimi yaşatır. Artık Mann mi avcıdır, bu filmi izledikten sonra izleyici mi orasına diğer filmlerinin izini sürerek karar verebilirsiniz.

Aytaç Özge

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder