7 Ocak 2011 Cuma

Lovecraft Duvarının Ötesinde


Varla yok arası bir zaman içerisinde Stephen King öykülerinden uyarlama filmler, görüldüğü yerde izlemeden edilmez. Bu huy, ne kadar kişisel de olsa artık bu filmlerdeki pizzacı, kapıcı, postacı “It” gibi adam Stephen King, kapıyı çalsa şaşırılmayacak durum haline gelir. Günlerden bir gün Salem’s Lot’u gören bünye, filmi izlemek için inanılmaz bir istek duyar. Uyarlanan hikâyeyi daha önceden kulak dolgunluğuyla hatırlar ama izleyiş bittiğinde yüreğe eski bir gönül yarası düşer. Bu yaranın adı kuşkusuz Howard Phillips Lovecraft’tır. Jerusalem’s Lot’un çağrıştırdığı hikâyesi ise “Rats In The Walls-Duvarlardaki Fareler” olarak hafızadaki tozlu yerinden yeniden çıkarılır, üzeri üflenir; hala ışıl ışıldır…

Howard Phillips Lovecraft, karanlık tarlalara mitoloji tohumları ekmiş; korkuyla sulayan kuşkusuz şöhreti Cuthullu’da yakalamış bir yazar. Fantastik edebiyatın Edgar Allan Poe ile birlikte en önemli yazarlarından biri olan Lovecraft’ın geçmişine baktığımızda inanılmaz bir mitoloji birikimi karşımıza çıkar. Mitoloji hikâyelere öyle yedirilir ki bu birikim, onun kendi mitosunu yaratmasını sağlar. Günümüzde mitolojilerden kendi mitosunu yaratmasını sağlayan isimlerden biriyse yapımcı, yönetmen, senarist Joss Whedon’dur. “Buffy The Vampire Slayer” ve “Angel” adlı dizilerinde beslendiği mitoloji, Whedon’un eserlerinde kendi mitosunu oluşturmasına kaynak olmuştur ancak konumuz yazar Lovecraft olunca o, şöyle bir kenarda dursundur.

Lovecraft’ın mitolojik yönüne indiğimizde karşımıza değişik hikâyeler çıkmaktadır. “The Nameless City” adlı hikâyesinde Arap çöllerinde isimsiz bir şehirden bahsedilir. Cthulhu Mitosu’nun tartışmalı ilhamı Necronomicon’un yazarı Abdul Alhazred etkisinin ilk görüldüğü hikâye olarak bilinir. Necronomicon (ölülerin kitabı), mürekkebi kan olan insan derisi sayfalarıyla daha pek çok Lovecraft hikâyesinin beslendiği bir kaynak olarak gösterilir. Kimi kaynaklara göre yazarımızın bir uydurması, kimi söylentiye göre ise İngiltere’de bir müze içerisinde saklanan büyü kitabı olarak geçer. Lovecraft’ın “The Hound” adlı bir diğer hikâyesinde Necronomicon’un başlangıç kısmına işaret edildiği söylenir. “At The Mountains Of Madness -Deliliğin Dağlarında”da Cthulhu Mitosunun kurucu unsuru Eskiler’in tarihine bir göz gezdirilir.

John Carpenter’ın “In the Mouth Of The Madness”ı da kuşkusuz Lovecraft etkileriyle harmanlanıp enfes bir sinema deneyimi sunar. Birebir bir uyarlama olmasa da bolca Lovecraft efekti ve hikâyelerin harmanlanışı görülebilir. Yakın bir gelecekte, çok değil 2013 yılında, Pan’ın Labirenti’nde kaybolmamızı sağlayan Guillermo del Toro da Lovecraft’ın Deliliğin Dağlarında uyarlaması filmiyle kalbimizi attıracaktır.

Lovecraft’ın “The Moon Bog” adlı eseri ise Eski Yunan efsanelerinin kalıntılarından bahseder. Eski bir bataklığı temizletmesi sonucu ortaya çıkan adacıkta antik kalıntılara rastlanılır. Bu kalıntılar Eski Yunan tanrısı Artemis’e tapınmak için yapılmıştır. Lovecraft’ın mitolojiden beslenen “Hypnos”unda ise geçilen uyku duvarının ötesi, Joel Schumacher’in “Flatliners” adlı filmi ile aşılan sınırını hatırlatarak gülümsetir. Uyku duvarı, “Beyond The Wall Sleep-Uyku Duvarının Ötesinde” ile tekrar karşımıza çıkacaktır.

Duvarlardaki Fareler

Mitolojik ve tanrısal güçlerle ilgili Lovecraft hikâyelerinin arasından 1924 yılı mart ayında efsane dergi “Weird Tales”te yayınlanan “Rats In The Walls-Duvarlardaki Fareler” unutulmayacak türdendir. Hikâye, soyu hakkında pek bilgisi olmayan De La Poer’in atalarının seneler önce yaşadığı Exham Manastırı’na taşınmasını ve beraberinde gelişen olayları anlatır.

Exham manastırı, yıllar önce büyük De La Poer ailesine ve birçok ölüme ev sahipliği yapmış ancak orada yaşayan son De La Poer’in gizli bir sır nedeniyle ailesini hizmetçileriyle birlik olup katletmesinden sonra kahramanımız gelene kadar sadece lanetin yaşadığı bir yer olarak kalır. Bu noktada kasabaya geliş ve istila ediş açısından Jerusalem’s Lot hikâyeyle benzeşmektedir. Son De La Poer, Exham’a geldiğinde köylüler tarafından, lanetlenmiş hikayeler yüzünden fazlaca misafirperver karşılanır fakat restorasyon fikrinden vazgeçmez. Restorasyon sırasında ailenin karanlık geçmiş hikâyelerini dinler.

Bu hikâyeler öyle ürperticidir ki, Edgar Allen Poe’nin “Usherlerin Evi”, Lovecraft’ta De La Poer evi olan Exham Manastırı’yla özdeşleşmektedir. Poe’nin Usher soyu türlü şeytanlık ve lanetlerle anılan bir soydur ve onların yaşadığı ev de lanetin ta kendisidir. Roger Corman da bu hikâyeyi sinemaya aktarıp cuma geceleri için patlamış mısır eşliğinde seyredilebilecek bir b film ortaya koymuştur. Lovecraft’ta Usher soyundaki lanet ise Exham Manastırı’dır. Burası sır hikâyeleri hayaletlerinin yaşadığı krallıktır. Anlatılanlar çok çeşitlidir. Vahşi cinayetler, manastırdan çıkan fare ordusunun köylülere saldırması örneklerden sadece bazılarıdır. Hatta hikâyeyi okurken, bir yerinde De La Poer’lerin şeytanlık konusunda Marquis de Sade’yi ve Giles de Retz’i solladığının söylenmesi ister istemez yüzde tuhaf bir gülümseme yaratır.

Atys Söylenceleri

Restorasyon bittiğinde bir De La Poer, bazı şeylere şahit olur. Manastır duvarlarının arkasından sanki bir fare sürüsü geçmektedir. Bunun üzerine gelişen türlü kedili olaylardan sonra manastır mahzeninde araştırma yapılır. Mahzenin duvarlarında yazan “L.PRAEC…VS… PONTIFI …ATYS” gibi kelimeler De La Poer’i şaşırtır ve hikayeyi şöyle anlatmaya devam eder; “Atys’e yapılan gönderme titrememe yol açtı, çünkü Catullus’u okumuştum ve ibadeti Kibele’ninkiyle öylesine kaynaşmış olan bu Doğu tanrısının korkunç ayinleri hakkında biraz bilgim vardı.”

Catullus, milattan önce Lesbia lyric’leriyle tanınan Latin bir şair olarak geçer. Buradaki gönderme muhtemelen onun 63 numaralı şiirinedir; “Attis”. Atys, bazı kaynaklara göre Frigyalı, bazı kaynaklara göre Lidyalı mitolojik bir kahramandır. Genel anlamda Frig mitolojisine ait olarak kabul edilir ancak burada alt bir tanrı olarak görülür. Asıl özelliğine kavuşması Roma’ya dair Yunan mitolojisinde görebileceğimiz bir durumdur. Atys’in anlamının günahkâr demek olan “sinner” olarak geçer ve başka bir inanışa göre de “baba” olduğu söylenmektedir. Onun hikâyeleri çeşitli kaynaklara göre değişmektedir. Bazılarında Adem’in hikayesine çok benzer bir şekilde kadının ihtirasına kurban olan dünyanın lanetlenmesine sebep kişi olarak anlatılır. Heredot’a göre Lidya kralı Croesus’un oğludur ve ölümü önceden kehanet edildiyse de korunamamış, yanlışlıkla öldürülmüştür ancak yaygın inanışa göre Atys, bereket tanrısı Kibele’nin kutsal ortağıdır. Atys doğumu, ölümü ve dirilişiyle mevsim döngüsünü ve hasat zamanını simgeler. Kibele (Rhea) ise “MAGNA MATER, the mother of the gods/ the great mother”dır; yani tanrıların anası olan bilinegeldiği üzere bereket tanrısıdır.

Atys’in hikâyesi Zeus’tan olma iflah olmaz, çılgın tanrı Agdestis’in (kimi kaynaklara göre Agdistis) diğer tanrıları kızdırmasına uzanır. Biseksüel Agdestis’in cezasını bulması için Dionysus hile yapar ve suyu şarapla karıştırıp ona içirir. Sarhoş olan Agdestis vahşice hadım edilir, bazı kaynaklarda bunu kendisinin yaptığına da rastlanır. Onun akan kanı bir nar ağacına dönüşür. Irmak tanrısı kral Sangarius’un kızı, nar ağacından meyvayı koparır ve ondan hamile kalır. Doğan çocuğun ismi Atys olarak söylenir. Büyüdüğünde Agdestis ve Kibele’yi kendine âşık edecektir. Birçok versiyona sahip bu mitlerden bazılarında Agdestis’in Atys’in başkasıyla evlenmemesi için onun kendini hadım etmesini sağladığı, bazılarındaysa Kibele’nin onu ölümlü bir kadından kıskanmasıyla Atys’in delirerek kendini hadım etmesi ve ölmesine sebep olduğu söylenir.

Catullus’un orjinali “Attis” olan şiirinde ise Kibele ve Atys’in geleneksel ayinlerinde Atys’in kendini kaybedip (ecstatic madness) hadım etmesi ve müritlerine de bunu yaptırmasıyla geri dönülmez bir efsane anlatılır. Ayrıca şiirin son kısmında Kibele’nin karanlık yönüne dikkat çekilir. Müritlere olan baskısı, ayinlerinin devam edeceği anlatılmaktadır.

Mitolojisi kuşkusuz cinsel içerik taşımaktadır ama hikâyede okuyucuya yönelik korku yaratmak için kullanılmıştır. Bundan dolayı Lovecraft’ın dikkat çektiği nokta şiirde anlatılan ayinlerin vahşiliğidir. Antik Roma’da kutlanan Kibele ve Atys Festivali bu ayinlerin ana hatlarını göz önüne sermektedir. Festivalin ikinci günü, “Day of Blood/ Kan Günü” olarak anılır. Bunun sebebi insanların vahşi bir müzik eşliğinde vücutlarında derin yaralar açarak kendilerini Atys’in dirilişine kurban etmeleridir. Söylenceye göre gaddar Kibele’ye karşı bir hareket olarak da vücutlarını parçalara bölerler. Kanın sabahının adı Hilaria’dır ve Atys’in dirilişi kutlanır. Aslında ayin halk ayini gibi görünse de çok gizemli bir ayindir. Sonuç olarak ayinin korkunç havası ve vahşi fanatikliği Atys’in kendisini korkunç bir kurbana dönüştürmesine yol açmıştır. Bu festivalin bir benzeri de başka bir Lovecraft hikâyesinde işlenmektedir. ”The Festival”de hikâyenin kahramanı eski liman kenti olan Kingsport’a eski festivallerini kutlamak için döner ancak ne festival ne de insanlar göründüğü gibi değildir.

Duvarlardaki Fareler’de De La Poer, ilk önceleri fark etmese de Frig tanrısı olan Atys’e tapınan Romalıların yer altı sunağını keşfetmiştir mahzeninde. Hikâyenin gerisini merak edenler için okumaları tavsiye olunur. Hikâyenin bir yerinde ise çok ilginç bir cümle geçer; “Mutlak korku çoğu kez merhametli bir biçimde hafızayı paralize eder”. Lovecraft’ın merhameti ise hikâye bitene ve okuyucuyu o an okuduklarıyla baş başa bırakana kadardır. Sonradan farkına varırsınız ve her korkumuz diğer kısa ömürlü hikâyeyi doyurur.

Kimileri bu hikâyeyi P. H. Cannon’un “Cats, Rats, and Bertie Wooster”ı ile özdeştirir ancak küçük ve basit görünen bir hikâyeyi kim bu kadar derin yazabilir ve kelimelerini sizin korkularınızla besleyebilir… “The Outsider”da kendini şatosuna kapatan, dışarı çıkmayan, hatta aynaya bile bakmayan bir adamdan bahseden bir yazardır bunun cevabı… Hikâyenin devamında bir gün dış dünyayı tanımaya karar veren kahramanımız, dışarı çıktığında korkan, koşuşan insanlarla karşılaşır O sırada korkunç bir yaratık görür ve oysa gördüğü, camdaki yansımasından başka bir şey değildir. Burada Lovecraft, kendini yaşadığı dönemin yabancısı gibi aktarır. Hikâyeye benzer bir biçimde, kendi yansıması olan hikâyeleri, gün ışığına kavuştuğu andan itibaren okurlarını korkutmuştur ya da ilham kaynağı olmuştur ancak bu kadar “bereketli” olabileceğini muhtemelen kendisi bile düşünmemiştir.

Okuyucuya Not: Lovecraft ve Poe eserlerini Türkçe metin olarak okumamızı sağlayan, çevirilerinde emeği geçen Dost Körpe’ye sonsuz teşekkürler.

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/12/lovecraft/

Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim Sadri Usta!


“Ölücekmiş, ‘ölmesin’ dedim, ‘bir can kurtulsun’ dedim . Bütüm hayatımda ‘ofsayt’ dediler, ‘bir şeye yaramaz, sümsük’ dediler, ‘varsın gene desinler’ dedim. Hayatımda bir defacık bir kız sevdim, ‘onu da kaybedeyim’ dedim. Hayatımda bir kerecik bir şey kazanacak oldum, ‘onu da kaybedeyim’ dedim, ‘tek bir can kurtulsun’ dedim. Çocuğu kurtaracak kadarını aldım, üst tarafına el sürmedim; fena mı oldu? Sizler, hepiniz, hepiniz hakem olun abiler. Ya bu maç be tıpkı bir maç ama böyle hayat sahasında oynanıyor; oyuncuları bizleriz, topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız… Ben Osman, Ofsayt Osman! Söyleyin be! Allah rızası için söyleyin gene mi atamadım golü, bu da mı gol değil!”

Ofsayt Osman (Sadri Alışık)



Alışkanlıkların bazıları küçüklükten insanın yakasına yapışır. Kişisel olarak bakıldığında güzel bir kahvaltı hazırlanmışsa yanında bir Türk filmi seyretmek yıllardan beri gelenekselleşmiş… Babam baharın ilk sabahı dünyaya gelen kızını sanat müziği ile büyüttü. Dilim döndüğünce “Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil” demeye çalışıp dize vurma suretiyle ritm tutturmaya çalıştırırken bir yandan da Türk Sineması ile haşır neşir olmak enteresandı; hele de insanın sinemada izlediği ilk film “Kayıp Kızlar” olursa… Bu tutkunun her daim alevlenmesini sağlayan üç sanatçı ile televizyonda tanıştığım dönemleri hiç unutmam ama ne sanatçılar; Sadri Alışık, Ayhan Işık ve Şener Şen… Bu isimler haricinde saymakla bitmeyecek aktör ve aktristleri saygıyla anarken Turist Ömer’den Ofsayt Osman’a pek çok karakterin babası Mehmet Sadrettin Alışık nam-i diğer Sadri Alışık’ın sadece oyunculuğu değil kulakların pasını silen sesi de unutulmuyor.

“Üvey Ana” ve “Gelinlik Kızlar” filmlerinde “Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim” adlı enfes eseri öyle bir okur ki kişinin bir deniz kenarına gidesi gelir ve dalgalar denizde ayaklarıma vururken denizin içindeki masasında kendisine eşlik etsin, yanı başında ağlasın diye iç çeker. Bu denli hissederek söylemek ve iyi bir oyuncu olmak… Gelinlik Kızlar’da kızı rolündeki Ayşecik karakterini damat namzetine Judo ile katır teptiren, Turist Ömer’le uzay yollarında bile bizi güldüren, Ofsayt Osman’la hayata küfrettiren Alışık, sesiyle de dinleyenini dağlar, “Kartallar Yüksek Uçar”da “Kimseye Etmem Şikayet” der ve zaman durur.

Gözleri Dört Defa Lacivertti Müjgan’ın!

Kaç yaşındaydım, bilmiyorum ama ilk “Ah Müjgan Ah”a vurulmuştum. Hüsnü ile Müjgan’ın aşk hikayesi, daha doğrusu Hüsnü’nün Müjgan’a olan vurgununu anlatan film. Mehmet Dinler yönetimindeki filmde Esen Püsküllü Müjgan’ı oynarken Sadri Alışık, Hüsnü’ye can verir. “Gözleri dört defa lacivertti” der Müjgan için… Müjgan ise hususi araba, atlas yorgan ve sırmalı fistan uğruna terk eder Hüsnü’yü. Alışık, o Müjgan’la Hüsnü’nün hayalleri için ağlatmıştır seyredenlerini, belki de bu satırları yazdırmış ve karanlıkta uzaklaşıp kaybolmuştur…

Bu kadar hissederek oynayan ve hissettiren oyuncu az bulunur derken pek çok filmde oyunculuğunu konuşturan Alışık, kendine alıştırmıştır ve insan, bazen oturup yeniden seyreder filmlerini… Nejat Saydam’ın yönetmenliğini yaptığı 1961 yapımı Küçük Hanımefendi adlı filmde Ayhan Işık ve Belgin Doruk ikilisine eşlik eder. Hayat ne tuhaf vapurlar falandır ki Ayhan Işık da “Gönül Belası” adlı şarkıyı söylemesiyle şaşkına uğratmıştır takipçisini… “Bir belam var gönül derim adına” diye girdiğinde susuz değirmene döndürüp şaşkın ördek yavrusuna çevirmiştir. Alışık ve Işık, takdire şayan olmalarının dışında sanatçı değil de sanki ailemizin birer ferdi gibidir. Kendilerini bu kadar aile içinde sevdirmiş sanatçılarımızı saygıyla anıyoruz. Sadri Alışık selamı yapmadan da bir yere gitmiyoruz.

Özge Öndeş

Kaynak: http://betaarti.com/2010/11/sadri-alisik/

Olmalı mı Olmamalı mı


Bu yazı, Ludwig van Beethoven’ın hayatına ya da müziğine dair değildir. Hayatını öğrenmek isterse kişi, buyurup açıp okuyabilir; yine de onun hayatını asla tam anlamıyla bilemez ancak kendi yazdıklarından ya da etrafından oradan buradan bir yansımasını yaşayabilir. Beethoven’ın hayatına dokunmak isterse insan, onun bambaşka yansıması olan yıldızına bakabilir, eserlerini dinleyip onun hayatına dokunmaktan öte kendi yaşadıklarını onda dillendirebilir. Ne olur; Beethoven’a ve ölümsüz aşkına dair bir tahmin yürütülür ve film çekilir. Bu yazı, filmi de anlatmaz; sadece filmin hissettirdiği, belki de bir sahnesinin yaşattığı ve çağrıştırdıklarıyla alakadar olmaya çalışmıştır. Kendi ölümünü ve yansımasını da okunması bittiğinde gerçekleştirir.

Bazen bu çağa ait olmadığını düşünür insan… Ait olmanın bu kadar önemli olduğuna inanan bir çağa, etikete bu kadar ihtiyaç duyan bir zamana ait olma hissinin paradoksunu yaşar. Orta Çağ’a da ait değildir, Eski Çağ’a da… “Ben Orta Çağ’da prens ya da prenses gibi yaşar giderdim” diyene bir adet “Salo” göstermekten ne kadar haz duyulsa da ya da yaşanılan acılara karşılık her şeye bu kadar kolay erişen adeta birbirine bağlanan insanların o zamanlar nasıl yaşayabileceğini düşünmek biraz daha farklı. İki kabarık eteğe, bir tahta tav olana denilebilecek pek şey yoktur diye düşünüyorum. Zaten Külkedisi de aslında düşündüğün bir masal gibi işlemeyebiliyor.

Elbette ki her çağ kendine göre tohum ekip biçiyor ama ölümsüz sevgi nedir biliyor muyuz… Şu an bir nesneyi bile seviyor olabilirken, onunla iletişim kurarken ve “yok öle aşk üç yıl sürer, aşk şöyledir, sevgi şu elle tutulur, hede hödö sürer” diyen pek çok teori içinde bir şeylere sığınan çağın yaşamı… Mutlu olmak için nesnelere ve birbirini nesne yerine koyup sevme zamanı diyenlerin, tüketimin tadına doyamayanların şerefine geliversin, ışıklar kapansın ve ne kadar kesin bir tarihi yansıtmasa da Beethoven yıldızları, üzerimize yağsın..

Ludwig Van Beethoven, unutulmayacak eserlere parmağını basmış, notalara can vermesi unutulmaz olmuş; ölümsüz aşkı ve ölümsüz aşkına yazılmış mektuplar da… Yüzü belirsiz bir kadın, kimliği bilinmeyen tahmin yürütülen bir efsane ve bu tahminler üzerine bir film… Fona bir “Ode To Joy” (Dokuzuncu Senfoni) yakışır elbet diyerek akıl, bir an Clockwork Orange ile Leon arasında gidip gelse de sesleri susturabilirsiniz. Tıpkı Beethoven’ın kimseyi duymadığı, koskoca orkestraya hükmedip üstüne üstlük kişisel film tarihinde en güzel sahnelerden birini kafasında canlandırmasına denk düşen bir zaman gibi… Bir çocuğun suya uzandığında yıldızların arasına karışıp bir yıldız olması…

Bir piyanoya bir keman eşlik ettiğinde, bir sonbahar yaprağı nasıl süzülüyorsa öyle süzülür bu film de. Beethoven’ın çalkantılı hayatına ve ölümsüz aşkına dair bir yorum olan Bernard Rose yönetimindeki Immortal Beloved’ın başrollerini Gary Oldman, Johanna Ter Stege, Jeroeen Krabbe ve Isabella Rosselini paylaşır. Oldman Beethoven’ı yorumlar, izleyeni de pek güzel bir şekilde onu… Johanna Ter Stege için ise yorum yoktur ki, yorumsuz, öylece bakakalınır. Son zamanlarda bu satırları yazan kişinin çocukluğuna indiğimizde görürüz bu ve benzer filmleri; genelde, bazen ve belki çocukluğunda gördüğü filmleri kaleme almaktadır ama kurgu bu ya; içe işliyor. O arada bir yerde kulakta hasara yol açan babadan farklı olarak “Ludwiiiig!” diye bağırası geliyor insanın…


1994 yapımı filmi çocuk ya da çocuk yaşta sayılabilecekken seyreden küçük ergen bu ya, yapımından birkaç yıl sonra televizyonda görür. Ellerini çenesine dayamış seyreylediğinde Ludwig’in çocukluğunun uzandığı su içinde yıldızlarda kaybolmasından ve ölümsüz aşkından o kadar etkilenir ki unutmaz, unutamaz. Ludwig’le birlikte ormanda koşup suyun içinde yanına uzanası gelir. O sırada çocukça bir melodiyi duyabilmek mümkün olur; o “da da da” diye dile gelen vurgular, saflıktan Ode To Joy’a dönüşür. Müzik sustuğunda sessizlik konuşmaya başlar. Bazen çocuk Ludwig’in yıldızların içinde kaybolup yıldıza dönüşme sahnesini o kadar izler ki insan içinden “arkadaşım küçük çocuğa kispet giydirmişler gibi duruyor” diye saçmalayabilir.

Bazen hayatımın en mutlu anlarımı saymaya çalışırım, arada manyakça bir durum gibi gözükür gözüme ki bunlardan biri de Ludwig yıldızı sahnesidir, bir senfoniye dönüşür ve sonsuzlaşır. Şimdi buradan baktığımızda filmde Beethoven’ın ölümsüz aşkının kim olduğu aranmaktadır ve bir yorum getirilir de… Çocuğuna, ölümsüz aşkına, huysuzluğuna, çapkınlığına ve hoyratlığına… Kişinin ölümsüz aşkı bilinenden farklıysa ve kimse bilmiyorsa bu sırrı aramaya inanmak olmalı mıdır, olmamalı mıdır… Böyle bir yerde oturduğum yerden kumandaya basarak diyebilirim ki filmi ameliyat etmek yerine bir Immortal Beloved açıp kimin üzerine ne dediğine bakmadan sadece yaşayıp hissetmek belki de en güzelidir. Gitmeli ve bilmeli ki bu o anı canı canlandırmak için belki de son zaman. Sessizliğin senfonisini hissedip duyabiliyor musunuz…

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2010/12/immortal-beloved/

6 Ocak 2011 Perşembe

Zarif Bir Psikolojik Darbe: Black Swan


Dikkat! Bu yazı, kusurludur. Black Swan üzerine ve üzerine olmayan’dır. Belki de sadece seyredilip hissedilmesi için okumaktan şimdi vazgeçmelisinizdir.

4 yaşındaymışım, annem beni elimden tutup İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’ne bale seçmelerine götürdüğünde… Şimdi hayal meyal hatırlıyorum. Anneme çok kızmıştım. Herkes üzerinde mayo ile seçmeler için bekliyordu. Tam hatırladığım şey, annemin elinden tutarken üzerimde bikini olduğu için kendimi kalabalığın içinde çıplak gibi hissetmiştim. Muhtemelen ağlayıp, zırladım ve annem de bana simli hırkamı giydirdi. Seçmelere girdiğimde hatırladığım ise üzerimde hırka altında bikini ile dört kişilik bir jüri önünde durup korktuğumdu. Jüriden bir kadın, yanıma gelip yanağımı sevdi ve zannediyorum ki tedirgin olduğum için üzerimdeki hırkayı önden bağladı. Sonrası malum; seçmeleri kazanamadım. Black Swan’ın Beyaz Kuğu’su gibi ürkek kalmak, hayatı mükemmeliyetçi bir anlayışla yaşamaya çalışmak…

Hayatımda küçüklüğüme dair hatırladığım temel hikâyelerden biri olan “bikini balesi” hikâyesi, “Requiem For A Dream”, “Pi”, “The Fountain” ve “The Wrestler” dâhisi Darren Aronofsky filmi Black Swan’la tekrar kafamda belirdi. Senaryo; Aranofsky, John Maclaughlin ve Mark Heyman’a ait. Psikolojik bir gerilim olan filmin başrollerini ise Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis ve Winona Ryder paylaşıyor. Portman’ın oyunculuğu ise artık yüksele yüksele tepeme kadar çıkmıştır. Film, Türkiye’de henüz vizyona girmediğinden, Aronofsky’e ve izleyicisine sadık kalmak adına konusunu fazlaca irdelemek, çözümlemesini incik cincik etmek ve spoiler vermek istemiyor içim… Bu satırları yazarken bile izin vermemeye çalışıyorum kendi kendime. Black Swan, Kuğu Gölü’nde bir balerinin hikâyesini aktarıyor. Son zamanlarda gördüğüm en muhteşem kusurlu kusursuz film. Açıkçası film için çok ciddi bir kritik yazmayı düşündüm ama büyüyü bozmak istemedim. Referans verilecek pek çok film de filmi izleme halinizi yaralayabilir.

Kurulmuş Müzik Kutularında Yaşam

Klasik masalları düşünelim; söylenilebildiği ölçüde bu masallar, aslında hiç beklenmedik şekilde mutlu değil vakit geçirmek adına cinsellik ihtiva eden ve aslında tamamen farklı olduğu söylenen masallar… Külkedisi, Pamuk Prenses, vs… Grimm Kardeşleri ve masallarını bir hatırlayalım. Kuğu gölü de Black Swan’ın döşemesi. Kuğu Gölü, ne kadar zarif ve gülümseyerek hatırladığımız bir eser. Peki, bu eser zarif bir şekilde psikolojinizi bozmaya kurulursa. Bir müzik kutusunda balerini dönmesi için kutuyu kurmak… Annenizin ya da kendinizin “bunu, şunu yap kusursuz bir şekilde saatinde okula git, işine git” diye sizi kurması. O kutunun dışına çıktığınızda afallamanız. O kusurlu dünyada önünüzdeki tek engel, siz iken mükemmel olmayan çalışmanız.

Mükemmeliyetçilik; kusurlu eksiklik, bazen en zayıf noktanız ve Faşizm de trenlerin tam vaktinde kalktığı bir ideoloji. Her şey planlı, programlı ve kusursuz. Hayat, mükemmel değilken mükemmeliyetçi tavırda onu kusursuzca inşa etmeye çalışmak hatta mükemmel bir yerde inmeyi isterken mükemmel bir şekilde düşmek. Günümüz dünyasında kusursuz hiçbir şey yok, “Estetize Edilmiş Yaşam” var. Her şeyin bir zayıf noktası olduğu gibi faşizmin kaynağına giden yol estetize etmekten geçiyor. Sevgilinizi estetize edersiniz; hayatınızı, işinizi ve en önemlisi kendinizi… Her gün yeni bir kat boya geçersiniz üzerinizden ki üzerinize, beyninize ve kalbinize açtığınız yaralar gözükmesin. Mükemmeliyet peşinde koşarken de hep eksik kalır, yarım bıraktığınız insanlar, mutluluklar, işler, tabağınızdaki yemeğiniz ve yarım bıraktığınız kendiniz.

Mükemmeliyetçilik, kişiyi örseleyen yegâne kusurlardan biri olabilir, yarım bırakır gidersiniz; ne gerek vardır, mükemmel olmayacaktır nasılsa. Tam formuna kavuşmamış bütün “şey”ler, kusursuz bir pazarlamayla kusursuz gözükebilirler, peki bir “Prestige” özlü sözüyle dile gelirsek dikkatli bakıyor musunuz?

Mükemmel iş, aşk, hayat nedir; kime göredir… Annenize, babanıza, çevrenize ya da size göre mi? Gerçekten istenen bu mudur? Kurulduğunuzda bir kutunun içinde kusursuzca dönmek… Aşırı kurduğunuzda müzik artık iyi eskisi gibi çıkmayacak, balerin de yavaş yavaş dönecektir ve bir gün bir bakmışsınız hatta eve de gelmişsiniz ama çocukluğunuzdan kalma balerini de içinde döndüğü kutuyu da bulamamışsınız. Verili mükemmellik diyebiliriz belki buna. Bütün roller paylaşılmıştır. Kendi hayatınızın başrolü olmak için çabalarsınız, birileri gelir size çelme takmaya çalışır, baştan çıkarmaya çalışır ama bu sizin kendinize verdiğiniz aşırı doz mükemmeliyetçilikten kaynaklanan önünüzdeki tek engel, size dairdir. Peki mükemmel olduktan sonra ne olacaktır, alkış mı kusursuzluğun ölümü mü… Verili mükemmeliyeti yaşadıktan sonra bir daha kendinizi deneyimleyebilir misiniz, kusursuz bir şey eksiksizse, kendi ölümünüzü gerçekleştirmiş olabilir misiniz… Asıl olan hayatı yaşayarak kusurlu bir kusursuzluk olmasın…

Bale, estetiğin tavan yaptığı bir sahne sanatı. O kusursuz forma girebilmek için o ayakların çektiği eziyet, mekanik bir çalışmanın kırılma noktası. Görünüşte kuğu gibi süzülen baletlerin sistematik çalışması ve o kusursuz dik duran babetleri dolduran sıkıştırılmış ayaklar. Orta Çağ’daki göğüs sıkıştırıcı elbiseler, modernizmin getirisi yüksek topuklu ayakkabılar. Bale, uğruna ömrünüzü adayabileceğiniz bir kendini gerçekleştirme yolu ama hiç de kolay olmayan bir yol. Kusursuz bir duruş, kusursuz bir gösteri.

Modern dünyanın insanı da kutuya sıkıştırılmış balerinler gibi, sürekli bir eksiğini tamamlamaya sürekli koşturmaya çalışırken asıl olan hissetmeyi hep kaçırıyor. Düzenli bir kaos içinde hepimiz birer balerin değil miyiz, mükemmel kutumuzda dönmeye çalışan… Ve böylece estetize edilmiş yaşam, yaşamın tüketiminin ve yeniden mükemmel üretiminin genel sonucu olarak karşımıza çıkar. Yaşamın her anı, yanı, başı, sonu estetize edilir ve tüketilir ki estetize mükemmel olsun. İlişkiler yarım, işler yarım bırakılsın Abelard’dan Eloise’e her istek bırakılmış olsun. Bu garip yaşam içinde kendi kusurlu kusursuzluğunu yaşayıp hissetmek kusurların en güzeli de olabilir. Filmi hissetmek de “işte böyle bir şey” olsa gerek…

Kötülük birikerek sırta vururmuş, ya da sol omzunuzdan size seslenirmiş diye söylenilegelir. Bir de dramatik açıdan en önemli ikilemi hatırlayalım. Filme baktıkça artık meleklikten kovulmuş bir meleğin ihaneti de akla düşmektedir. Film hakkında ne desem boş belki de şu an için, sadece izlemek gerekir. Dava sonucu Aronofsky ve Portman; kusurlu kusursuzdur. Kusurlu kusursuzluğu karşısında film bittiğinde nefessiz kalıp yatağınıza mükemmel bir şekilde düşebilirsiniz ki böylece tavanla bakışma haline de yakalanabilirsiniz. Sahne sanatları böyledir; sinema böyledir, kendi ölümünü gerçekleştirdikçe tüketildikçe gerçekleşecektir. Bale de sinema da estetize edilmek durumundadır ve bir görüntü işidir. Pasolini ayarı vermeden “Black Swan” sinemadır, kusurlu kusursuz ve kusursuz kusurludur. Kuşkusuz bu yıla damgasını vuracak nitelikte bir filmdir. Ben burada “bidi bidi” bir şeyler yazarken bu yazı da kendi anti tezini üretir. Aronofsky’nin önünde kalemimi bırakabilirim ki izlerken hissederseniz; Black Swan’ın kusursuzluğu da kusurluluğudur.

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2011/01/black-swan/

bir rüyaya sövgü 3. bölüm

“Bir ya da birden fazla rüyaya ağıt yakılır mı” diye iç geçirmiştim en son rüyamı gördüğümde… İki düş bir araya gelir ve nur topu gibi bir çocuğu olur; rüya rüyayı doğurur. Luis Bunuel’den olma Salvador Dali’den doğma Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) aklıma düşer, elim karıncalanır; bir kadının gözü kesilir ve bir rüya güncesi böyle başlar. İki düş bir araya gelir ve sonrasında; bilinçaltını didiklemeden sürreal rüyalar olsun efendim…

3.Bölüm
Eller Eller Eller

Bir kadın, muhtemelen uçak penceresinden uykuya dalarken görüldü…

Üzerinde dekolteli beyaz bir elbiseyle köyde koşuyordu, birinden kaçıyordu şüphesiz ya da kendi bile nereye geleceğini bilmiyordu. “Hele bir soluklanayım” dediğinde karşısındaki evin penceresinde duran kadını gördü, kendini… Bu bir ayna değildi, ayna halkı da canlanmamıştı; şaşkınlıkla evin yanında toprağın içinden çıkan elleri gördü. Siyah eller yavaş yavaş toprağın terini silmeye hazırlanırcasına evi sarmaladı. Kadın, penceredeki kendisiyle birlikte ellerin, evi yıkmasına karşı haykırdı. Uyandığında ise uçak koltuğunda uyuya kalmış “Leydi deme bana” Güngör Bayrak’tan başkası değildi…

Leydi Bayrak, rüya mekanını köye geldiğinde tekrar görecek ve kabusundaki aynı manzara karşısında şaşıp kalacaktı. Natuk Baytan’ın yönetmenliğini yaptığı Fikret Hakan, Bulut Aras ve Güngör Bayrak’ın başrollerini paylaştığı “Toprağın Teri” adlı filmin açılış sahnesi, zamanının çok ötesine bir çalım atmıştı. Öyle bir rüya tasviri ki dönemin seyircisi olarak kimi çocuk yaşta olanların rüyalarına girdi. David Lynch haset etsin ki bu sahneyi her gören kişi, bakakaldı. Varoluşun ellerinden karaca olan o eller, Türk sinema tarihinin en enteresan açılışlarından birine imza atarken, başka kabuslara yol açtı.

Tam hatırlanamayan bir tarih, muhtemelen 80′lerin sonuna doğru…

Bir cuma gecesi, TRT klasiği olan Korku Filmi Kuşağı ile geceye uyanır mı insan… Bir başka gece değildir, Alacakaranlık Kuşağı’ndan hemen sonra beliren tuhaf bir alışkanlıktır. Karikatür çizimi ile meşgul bir adam, kaza sonucu elini kaybettiğinde kesik eli ortadan kaybolur. Bizler “ne oluyor burada” diye ekrana bakarken el, birden ortaya çıkar; koptuğu adamın canını sıkanları tek tek indirmeye başlar. Çocuk yaşta böyle psikopat filmlere hatta “Clementine” gibi psikopat bir çizgi filme maruz kalmak tabii ki klişeleşmiş olarak 80′lerde doğmuş çocukların, TRT tarafından yazılmış bahtıydı. Oliver Stone yönetmenliğinde Michael Caine’in başrolünde olduğu, bu satırları yazan kişiyle 1981 yılında doğan “The Hand” filmi, “çocukluğumu yedi” dedirtecek türdendi. O elin parmaklarının yürüyüşü, çocuğun rüyalarına girdi. Yatağı her seferinde kontrol ediyordu, bir el çıkar da boğazıma yapışır mı diye… Bir dönem bununla uğraşan çocuk, hatırlayamadığı bir zaman başka bir rüyaya dalarken görüldü.

Doksanlardan bir gün, bir gün bir çocuk eve de gelmiş, kimse yok; açmış bakmış TV’yi çocuk filmi sanmış “Teyzem”i!

Televizyonun şu an hatırlayamadığım bir kanalı… “Umuuur” diye seslenen Müjde Ar’ın yatağının altından çıkan babası ile bu seferki kabus, yatağın altında biri mi var paranoyasına dönüşmüş. Çocuk, yatmadan üç- beş defa yatağın altına bakmaya başlamış. Yatağın altından çıkan korkular ve uzanan el, yine manyak etmiş körpecik 80′lerde doğmuş çocukları ve belki de sonrasını… 1986 yapımı Halit Refiğ’in enfes filmi “Teyzem”, kuşkusuz tepetaklak etmiş, duvarda ezan okuyan saat teklemiş; yanı başımızdaki yemlenen tavuklu saate bakarak uykuya dalınmış. Bu arada bir yerde Hülya Koçyiğit’le Hakan Balamir’in başrollerini paylaştığı Diyet, rüyalara girmede “kol” üzerine çalışırken; Türkan Şoray, Kartal Tibet ve Murat Soydan’lı “Zulüm”de Şoray’ın Tibet için koluna kıyması ise “Seni Ben Ellerin Olsun Diye Mi Sevdim” şarkısını hatırlatırcasına bu kulvarda çocukluğumuza damgasını vurmuş.

Bir de Kathy Bates ile bacaklara çalışmış Misery adlı filmi de unutmamak mümkünmüş. Çocuklar büyümüş, saçma sapan korku filmlerine maruz bırakılmış, iyi örneklerini de ayakta alkışlamış. Artık çocuklarımız el, kol, bacak vs uzuvlarından uzakta ve çok yakınında Uzak Doğu sinemasıyla rüyaya dalarken mutlu muymuş….

Rüya Bilimciye Not: Açıkta olan yerleri kontrol ettim. “Beni Oku”ma!

Özge Öndeş

Yıkanmak İstemiyoruz!



Ünsal Oskay’ın Anısına
Bir Salı akşamı Ünsal Hoca’yla derse başladın mı hiç…

Salı günleriydi dersleri, evet yanılmıyorsam Salı günleriydi… İple çekerdik; o zaman gelsin de Ünsal Hoca bizi aydınlatsın, aydınlanmanın diyalektiğine varalım diye. “Pasajlar” derdi vurgulayarak… Bazen “Okuyan var mı”, bazen de “hala okumadınız mı” şeklinde söylenirdi. Sanki yanı başımızda bir soba vardı, üzerinde kızarmış ekmeklerin kokusu üzerine de Ünsal Oskay’ın tarifsiz yorumları… Bir gün bir poşet mandalinayla geldi sınıfa ve öğrencilerine “tek başıma mı yiyeceğim aranızda paylaşın” diye söylendi. Hayatınızda kaç hoca size mandalina eşliğinde Benjamin, Adorno, Mary Shelley, Marx anlatırdı, Dr. Frankenstein’la King Kong’u kapıştırırdı… Bu kişi, olsa olsa “Yıkanmak istemeyen çocuklar”ın hocası Ünsal Oskay olmalıydı.

“Okuyun” derdi tekrar ve tekrar “Karanlığın Yüreği okuyun, Moby Dick okuyun, Estetize Edilmiş Yaşam okuyun”… Ölümsüz Tanrılar olarak adlandırdığı sinema izleyicilerinden dem vurup mitolojik havalara atıfta bulunurdu. “Uykuda Sevilen Kızlar” kitabından King Kong’a uzanan aydınlanmanın yüreğine doğru masal dinler gibi ilerlerdik onunla… Sonra bir gün aramızdan ayrıldı ve onun anısına burada tekrar bir masal dile geldi…

Bir varmış ya da yokmuş uzak diyarların birinde bilge bir adam yaşarmış. Söylenceye göre bu bilge, etraftaki uçsuz bucaksız diyarların her birindeki kitap sayfalarından kendine bir ev yapmış; bütün duvarlarını sayfalarla kaplamış, kapısını sayfalarla ayırmış, pencere perdelerini de özenle sevdiği kitaplardan seçmiş ki onları okuduktan sonra evi aydınlansın diye… Duvarlar üst üste sayfalardan oluşmuş; ayrı ayrı kitaplar halinde örülmüş. Çamaşır ipinde bile çorapları yerine rüzgarlarda uçuşan sayfalar asılıymış bahçesi boyunca… Yıllar yılı uğraşmış bu evi yapmak için bilge, yememiş içmemiş okumuş hep.

Yer Sayfa Gök Bilge

Her hafta farklı diyarlardan öğrencileri, bu sayfaları özenle okumak için gelirmiş. Gökyüzüne doğru uzanan uçsuz bucaksız bu büyük sayfalara uzanmak için sayfaların bittiği gökyüzüne ulaşmaya çalışırlarmış. Evvel zaman içinde bilge, sayfalarda anlatılan bazı hikayeleri öğrencilerine aktarırmış. Çocuklar sabırsızmış, bir an önce bilgilerin hepsine ulaşmak isterlermiş. Bilge ağır ağır anlatırmış bildiklerini…

Öğrencileri sohbeti bitmesin ister, hep anlatsın diye gidecekleri zaman için evine bağladıkları iplere okudukları sayfaları asar ve bir hafta içerisinde çeke çeke bilge adamın evine ulaşırlarmış. Dönüş yolunda ise ödünç aldıkları yeni sayfaları eski sayfaların üzerine ekleyerek ipi çeke çeke biraz da ağır adımlarla geri giderlermiş. Böylece sayfadan evin binlerce sayfadan köprüsü olmuş. O kadar muhteşem bir görüntü oluşmuş ki iplerdeki sayfalar rüzgarda dalgalandıkça uzaktan bakana kağıttan bir tepenin etrafındaki sayfa denizi dalgaları gibi görünürmüş. Öğrencileri artık yıkanmayı reddederek bu sayfadan denizde yüzmeye başlamışlar. Bazıları çok açılmış, bazıları kağıt evin etrafından ayrılmak istememiş. Bir gün öğrencileri sayfaların üzerinde durmaya çalışıp okurken fırtına kopmuş. Kağıttan evin bütün sayfaları engin denizin üzerinde uçuşmaya başlamış. Son sayfaya kadar tek tek ayrılmışlar evden. Yer sayfa deniz, gök sayfa gök olmuş. Ardından yerle gök karışmaya, bütün sayfalar dans eder gibi birbirine geçmeye başlamış. Daha sonra rüzgar hızlanmış ve sayfalar birbirini tamamlamış. Yer kapak, gök kapak olmuş.

Büyük bir kitap içindeki öğrencileri bu manzara karşısında ne yapacaklarını bilememiş ardından bir gök gürültüsü duymuşlar. Birden sayfalardaki yazılar üzerlerine yağmaya başlamış. Önce birkaç cümle dökülmüş sonra bütün paragraflar, pasajlar ve hepsi. Bilge gitmiş ama bütün bildikleri yıkanmak istemeyen çocuklarının üzerine dökülmüş, içlerine işlemiş. Bugün hala o büyük kitabın sayfalarının o öğrencilerin hafızalarında saklı olduğu söylenir. Öğrenciler ise her an yanınızdan geçebilir, sinema salonunda yanınıza oturabilir. Kapıdan annem bir mandalina poşeti ile girmiş ya da gökten üç mandalina düşmüş, hepsi de Bilge’nin anlattığı kuramlarla kafamıza düşmüş.

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/11/unsal-oskayin-anisina/