6 Ocak 2011 Perşembe
Zarif Bir Psikolojik Darbe: Black Swan
Dikkat! Bu yazı, kusurludur. Black Swan üzerine ve üzerine olmayan’dır. Belki de sadece seyredilip hissedilmesi için okumaktan şimdi vazgeçmelisinizdir.
4 yaşındaymışım, annem beni elimden tutup İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’ne bale seçmelerine götürdüğünde… Şimdi hayal meyal hatırlıyorum. Anneme çok kızmıştım. Herkes üzerinde mayo ile seçmeler için bekliyordu. Tam hatırladığım şey, annemin elinden tutarken üzerimde bikini olduğu için kendimi kalabalığın içinde çıplak gibi hissetmiştim. Muhtemelen ağlayıp, zırladım ve annem de bana simli hırkamı giydirdi. Seçmelere girdiğimde hatırladığım ise üzerimde hırka altında bikini ile dört kişilik bir jüri önünde durup korktuğumdu. Jüriden bir kadın, yanıma gelip yanağımı sevdi ve zannediyorum ki tedirgin olduğum için üzerimdeki hırkayı önden bağladı. Sonrası malum; seçmeleri kazanamadım. Black Swan’ın Beyaz Kuğu’su gibi ürkek kalmak, hayatı mükemmeliyetçi bir anlayışla yaşamaya çalışmak…
Hayatımda küçüklüğüme dair hatırladığım temel hikâyelerden biri olan “bikini balesi” hikâyesi, “Requiem For A Dream”, “Pi”, “The Fountain” ve “The Wrestler” dâhisi Darren Aronofsky filmi Black Swan’la tekrar kafamda belirdi. Senaryo; Aranofsky, John Maclaughlin ve Mark Heyman’a ait. Psikolojik bir gerilim olan filmin başrollerini ise Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis ve Winona Ryder paylaşıyor. Portman’ın oyunculuğu ise artık yüksele yüksele tepeme kadar çıkmıştır. Film, Türkiye’de henüz vizyona girmediğinden, Aronofsky’e ve izleyicisine sadık kalmak adına konusunu fazlaca irdelemek, çözümlemesini incik cincik etmek ve spoiler vermek istemiyor içim… Bu satırları yazarken bile izin vermemeye çalışıyorum kendi kendime. Black Swan, Kuğu Gölü’nde bir balerinin hikâyesini aktarıyor. Son zamanlarda gördüğüm en muhteşem kusurlu kusursuz film. Açıkçası film için çok ciddi bir kritik yazmayı düşündüm ama büyüyü bozmak istemedim. Referans verilecek pek çok film de filmi izleme halinizi yaralayabilir.
Kurulmuş Müzik Kutularında Yaşam
Klasik masalları düşünelim; söylenilebildiği ölçüde bu masallar, aslında hiç beklenmedik şekilde mutlu değil vakit geçirmek adına cinsellik ihtiva eden ve aslında tamamen farklı olduğu söylenen masallar… Külkedisi, Pamuk Prenses, vs… Grimm Kardeşleri ve masallarını bir hatırlayalım. Kuğu gölü de Black Swan’ın döşemesi. Kuğu Gölü, ne kadar zarif ve gülümseyerek hatırladığımız bir eser. Peki, bu eser zarif bir şekilde psikolojinizi bozmaya kurulursa. Bir müzik kutusunda balerini dönmesi için kutuyu kurmak… Annenizin ya da kendinizin “bunu, şunu yap kusursuz bir şekilde saatinde okula git, işine git” diye sizi kurması. O kutunun dışına çıktığınızda afallamanız. O kusurlu dünyada önünüzdeki tek engel, siz iken mükemmel olmayan çalışmanız.
Mükemmeliyetçilik; kusurlu eksiklik, bazen en zayıf noktanız ve Faşizm de trenlerin tam vaktinde kalktığı bir ideoloji. Her şey planlı, programlı ve kusursuz. Hayat, mükemmel değilken mükemmeliyetçi tavırda onu kusursuzca inşa etmeye çalışmak hatta mükemmel bir yerde inmeyi isterken mükemmel bir şekilde düşmek. Günümüz dünyasında kusursuz hiçbir şey yok, “Estetize Edilmiş Yaşam” var. Her şeyin bir zayıf noktası olduğu gibi faşizmin kaynağına giden yol estetize etmekten geçiyor. Sevgilinizi estetize edersiniz; hayatınızı, işinizi ve en önemlisi kendinizi… Her gün yeni bir kat boya geçersiniz üzerinizden ki üzerinize, beyninize ve kalbinize açtığınız yaralar gözükmesin. Mükemmeliyet peşinde koşarken de hep eksik kalır, yarım bıraktığınız insanlar, mutluluklar, işler, tabağınızdaki yemeğiniz ve yarım bıraktığınız kendiniz.
Mükemmeliyetçilik, kişiyi örseleyen yegâne kusurlardan biri olabilir, yarım bırakır gidersiniz; ne gerek vardır, mükemmel olmayacaktır nasılsa. Tam formuna kavuşmamış bütün “şey”ler, kusursuz bir pazarlamayla kusursuz gözükebilirler, peki bir “Prestige” özlü sözüyle dile gelirsek dikkatli bakıyor musunuz?
Mükemmel iş, aşk, hayat nedir; kime göredir… Annenize, babanıza, çevrenize ya da size göre mi? Gerçekten istenen bu mudur? Kurulduğunuzda bir kutunun içinde kusursuzca dönmek… Aşırı kurduğunuzda müzik artık iyi eskisi gibi çıkmayacak, balerin de yavaş yavaş dönecektir ve bir gün bir bakmışsınız hatta eve de gelmişsiniz ama çocukluğunuzdan kalma balerini de içinde döndüğü kutuyu da bulamamışsınız. Verili mükemmellik diyebiliriz belki buna. Bütün roller paylaşılmıştır. Kendi hayatınızın başrolü olmak için çabalarsınız, birileri gelir size çelme takmaya çalışır, baştan çıkarmaya çalışır ama bu sizin kendinize verdiğiniz aşırı doz mükemmeliyetçilikten kaynaklanan önünüzdeki tek engel, size dairdir. Peki mükemmel olduktan sonra ne olacaktır, alkış mı kusursuzluğun ölümü mü… Verili mükemmeliyeti yaşadıktan sonra bir daha kendinizi deneyimleyebilir misiniz, kusursuz bir şey eksiksizse, kendi ölümünüzü gerçekleştirmiş olabilir misiniz… Asıl olan hayatı yaşayarak kusurlu bir kusursuzluk olmasın…
Bale, estetiğin tavan yaptığı bir sahne sanatı. O kusursuz forma girebilmek için o ayakların çektiği eziyet, mekanik bir çalışmanın kırılma noktası. Görünüşte kuğu gibi süzülen baletlerin sistematik çalışması ve o kusursuz dik duran babetleri dolduran sıkıştırılmış ayaklar. Orta Çağ’daki göğüs sıkıştırıcı elbiseler, modernizmin getirisi yüksek topuklu ayakkabılar. Bale, uğruna ömrünüzü adayabileceğiniz bir kendini gerçekleştirme yolu ama hiç de kolay olmayan bir yol. Kusursuz bir duruş, kusursuz bir gösteri.
Modern dünyanın insanı da kutuya sıkıştırılmış balerinler gibi, sürekli bir eksiğini tamamlamaya sürekli koşturmaya çalışırken asıl olan hissetmeyi hep kaçırıyor. Düzenli bir kaos içinde hepimiz birer balerin değil miyiz, mükemmel kutumuzda dönmeye çalışan… Ve böylece estetize edilmiş yaşam, yaşamın tüketiminin ve yeniden mükemmel üretiminin genel sonucu olarak karşımıza çıkar. Yaşamın her anı, yanı, başı, sonu estetize edilir ve tüketilir ki estetize mükemmel olsun. İlişkiler yarım, işler yarım bırakılsın Abelard’dan Eloise’e her istek bırakılmış olsun. Bu garip yaşam içinde kendi kusurlu kusursuzluğunu yaşayıp hissetmek kusurların en güzeli de olabilir. Filmi hissetmek de “işte böyle bir şey” olsa gerek…
Kötülük birikerek sırta vururmuş, ya da sol omzunuzdan size seslenirmiş diye söylenilegelir. Bir de dramatik açıdan en önemli ikilemi hatırlayalım. Filme baktıkça artık meleklikten kovulmuş bir meleğin ihaneti de akla düşmektedir. Film hakkında ne desem boş belki de şu an için, sadece izlemek gerekir. Dava sonucu Aronofsky ve Portman; kusurlu kusursuzdur. Kusurlu kusursuzluğu karşısında film bittiğinde nefessiz kalıp yatağınıza mükemmel bir şekilde düşebilirsiniz ki böylece tavanla bakışma haline de yakalanabilirsiniz. Sahne sanatları böyledir; sinema böyledir, kendi ölümünü gerçekleştirdikçe tüketildikçe gerçekleşecektir. Bale de sinema da estetize edilmek durumundadır ve bir görüntü işidir. Pasolini ayarı vermeden “Black Swan” sinemadır, kusurlu kusursuz ve kusursuz kusurludur. Kuşkusuz bu yıla damgasını vuracak nitelikte bir filmdir. Ben burada “bidi bidi” bir şeyler yazarken bu yazı da kendi anti tezini üretir. Aronofsky’nin önünde kalemimi bırakabilirim ki izlerken hissederseniz; Black Swan’ın kusursuzluğu da kusurluluğudur.
Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2011/01/black-swan/
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Filmi geçen hafta ben de izledim. Film hakkına birkaç şey söylemek isterdim ancak yazınız öylesine güzel anlatmış ki herhangi artı bir katkıya gerek duymuyorum. Sadece şunu belirtebilirim ki son dakikalarına yaklaşırken filmin içindeydim adeta. Kutu kapalıyken her şey sessiz ama açılınca duyulan müzik bile ona ait olmaktan çıkmaya başlıyor. Kendi iç müziğimizle çevrelenen, kuşatılmış bir dünyanın kusurlu ve kusursuz taraflarında ilerleyip duruyoruz.Galiba bir film spoiler vermeden bu kadar güzel ve başarılı bir dille anlatılabilirdi.
YanıtlaSilYorumunuz beni çok mutlu etti. Ne mutlu bana ki anlatmak istediğimi anlatabilmişim. Kusurlu kusursuzca teşekkür ederim:)
YanıtlaSil