7 Ocak 2011 Cuma

Olmalı mı Olmamalı mı


Bu yazı, Ludwig van Beethoven’ın hayatına ya da müziğine dair değildir. Hayatını öğrenmek isterse kişi, buyurup açıp okuyabilir; yine de onun hayatını asla tam anlamıyla bilemez ancak kendi yazdıklarından ya da etrafından oradan buradan bir yansımasını yaşayabilir. Beethoven’ın hayatına dokunmak isterse insan, onun bambaşka yansıması olan yıldızına bakabilir, eserlerini dinleyip onun hayatına dokunmaktan öte kendi yaşadıklarını onda dillendirebilir. Ne olur; Beethoven’a ve ölümsüz aşkına dair bir tahmin yürütülür ve film çekilir. Bu yazı, filmi de anlatmaz; sadece filmin hissettirdiği, belki de bir sahnesinin yaşattığı ve çağrıştırdıklarıyla alakadar olmaya çalışmıştır. Kendi ölümünü ve yansımasını da okunması bittiğinde gerçekleştirir.

Bazen bu çağa ait olmadığını düşünür insan… Ait olmanın bu kadar önemli olduğuna inanan bir çağa, etikete bu kadar ihtiyaç duyan bir zamana ait olma hissinin paradoksunu yaşar. Orta Çağ’a da ait değildir, Eski Çağ’a da… “Ben Orta Çağ’da prens ya da prenses gibi yaşar giderdim” diyene bir adet “Salo” göstermekten ne kadar haz duyulsa da ya da yaşanılan acılara karşılık her şeye bu kadar kolay erişen adeta birbirine bağlanan insanların o zamanlar nasıl yaşayabileceğini düşünmek biraz daha farklı. İki kabarık eteğe, bir tahta tav olana denilebilecek pek şey yoktur diye düşünüyorum. Zaten Külkedisi de aslında düşündüğün bir masal gibi işlemeyebiliyor.

Elbette ki her çağ kendine göre tohum ekip biçiyor ama ölümsüz sevgi nedir biliyor muyuz… Şu an bir nesneyi bile seviyor olabilirken, onunla iletişim kurarken ve “yok öle aşk üç yıl sürer, aşk şöyledir, sevgi şu elle tutulur, hede hödö sürer” diyen pek çok teori içinde bir şeylere sığınan çağın yaşamı… Mutlu olmak için nesnelere ve birbirini nesne yerine koyup sevme zamanı diyenlerin, tüketimin tadına doyamayanların şerefine geliversin, ışıklar kapansın ve ne kadar kesin bir tarihi yansıtmasa da Beethoven yıldızları, üzerimize yağsın..

Ludwig Van Beethoven, unutulmayacak eserlere parmağını basmış, notalara can vermesi unutulmaz olmuş; ölümsüz aşkı ve ölümsüz aşkına yazılmış mektuplar da… Yüzü belirsiz bir kadın, kimliği bilinmeyen tahmin yürütülen bir efsane ve bu tahminler üzerine bir film… Fona bir “Ode To Joy” (Dokuzuncu Senfoni) yakışır elbet diyerek akıl, bir an Clockwork Orange ile Leon arasında gidip gelse de sesleri susturabilirsiniz. Tıpkı Beethoven’ın kimseyi duymadığı, koskoca orkestraya hükmedip üstüne üstlük kişisel film tarihinde en güzel sahnelerden birini kafasında canlandırmasına denk düşen bir zaman gibi… Bir çocuğun suya uzandığında yıldızların arasına karışıp bir yıldız olması…

Bir piyanoya bir keman eşlik ettiğinde, bir sonbahar yaprağı nasıl süzülüyorsa öyle süzülür bu film de. Beethoven’ın çalkantılı hayatına ve ölümsüz aşkına dair bir yorum olan Bernard Rose yönetimindeki Immortal Beloved’ın başrollerini Gary Oldman, Johanna Ter Stege, Jeroeen Krabbe ve Isabella Rosselini paylaşır. Oldman Beethoven’ı yorumlar, izleyeni de pek güzel bir şekilde onu… Johanna Ter Stege için ise yorum yoktur ki, yorumsuz, öylece bakakalınır. Son zamanlarda bu satırları yazan kişinin çocukluğuna indiğimizde görürüz bu ve benzer filmleri; genelde, bazen ve belki çocukluğunda gördüğü filmleri kaleme almaktadır ama kurgu bu ya; içe işliyor. O arada bir yerde kulakta hasara yol açan babadan farklı olarak “Ludwiiiig!” diye bağırası geliyor insanın…


1994 yapımı filmi çocuk ya da çocuk yaşta sayılabilecekken seyreden küçük ergen bu ya, yapımından birkaç yıl sonra televizyonda görür. Ellerini çenesine dayamış seyreylediğinde Ludwig’in çocukluğunun uzandığı su içinde yıldızlarda kaybolmasından ve ölümsüz aşkından o kadar etkilenir ki unutmaz, unutamaz. Ludwig’le birlikte ormanda koşup suyun içinde yanına uzanası gelir. O sırada çocukça bir melodiyi duyabilmek mümkün olur; o “da da da” diye dile gelen vurgular, saflıktan Ode To Joy’a dönüşür. Müzik sustuğunda sessizlik konuşmaya başlar. Bazen çocuk Ludwig’in yıldızların içinde kaybolup yıldıza dönüşme sahnesini o kadar izler ki insan içinden “arkadaşım küçük çocuğa kispet giydirmişler gibi duruyor” diye saçmalayabilir.

Bazen hayatımın en mutlu anlarımı saymaya çalışırım, arada manyakça bir durum gibi gözükür gözüme ki bunlardan biri de Ludwig yıldızı sahnesidir, bir senfoniye dönüşür ve sonsuzlaşır. Şimdi buradan baktığımızda filmde Beethoven’ın ölümsüz aşkının kim olduğu aranmaktadır ve bir yorum getirilir de… Çocuğuna, ölümsüz aşkına, huysuzluğuna, çapkınlığına ve hoyratlığına… Kişinin ölümsüz aşkı bilinenden farklıysa ve kimse bilmiyorsa bu sırrı aramaya inanmak olmalı mıdır, olmamalı mıdır… Böyle bir yerde oturduğum yerden kumandaya basarak diyebilirim ki filmi ameliyat etmek yerine bir Immortal Beloved açıp kimin üzerine ne dediğine bakmadan sadece yaşayıp hissetmek belki de en güzelidir. Gitmeli ve bilmeli ki bu o anı canı canlandırmak için belki de son zaman. Sessizliğin senfonisini hissedip duyabiliyor musunuz…

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2010/12/immortal-beloved/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder