7 Nisan 2010 Çarşamba

Akla takılan hafıza kartları zamanı…



Biri beni takip ediyor, hayır ben onu takip ediyorum. Rüyamı yönlendirirken aniden yüksek bir yerden düşer gibi oluyorum. Boşluğa düşerken birden uyanıyorum. Ve ışıklar kapalıyken karanlık bir film böyle başlıyor. Devamında ise sürekli o hissi yeniden deneyimlememe neden oluyor. Duvarda asılı Blade Runner dünyasının kararmış resminden akan bir damla, distopyan manga atmosferindeki bir yılbaşı arifesinde peliküle düşüyor: Strange Days...

Futuristik noir olarak nitelendirilebilecek Strange Days'in yapım yılı 1995. Büyük bir bölümü Steadicam'le çekilen filmin yönetmen koltuğunda Kathryn Bigelow otururken senaryosunda Bigelow'un eski eşi ve “Terminatör”ün babası James Cameron ile Martin Scorsese'nin yönetmenliğindeki “The Age of Innocence” ile “Gangs of New York”un senaristi Jay Cocks'un imzası var. Oyuncular arasında Ralph Fiennes, Angella Bassett, Tom Sizemore ve geçtiğimiz temmuz ayında Rock'n Coke'ta sahne alan filmde de bir şarkıcıyı canlandıran Juliette Lewis yer alıyor.

Yılbaşı arifesinde kaos…

Yıl 1999. Milenyum arifesinde melekler şehri Los Angeles. Anarşizm doyma noktasına ulaşmak üzereyken eski bir polis olan Lenny Nero (Ralph Fiennes), başkalarının anılarını pazarlamaktadır. Klip olarak kafa raflarında yer alan bu anılar sayesinde bir erkek, isterse bir kadın olabilir ya da kişiler, başkaları olup onların deneyimledikleri her şeyi deneyimleyebilmektedir. Gerçek yaşam kesitlerini aktaran bu dijital kayıtlarda Nero, eski sevgilisi Faith'le (Juliette Lewis) geçirdiği günlerin anılarına bağımlıdır. Faith'le tekrar birlikte olmak isteyen Nero'nun hayatı, snuff tarzı bir dijital kayıtla farklı bir yönde ilerlemeye başlar.

Androidler tuhaf günlerde elektrik koyun düşleyebilir mi...

Gondry'nin distopyan filmi Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da karakterler geçmişini, anılarını silmeye çalışırken Strange Days'de bu anılar bağımlılık yaratıyor. Geçmiş deneyimleri sayesinde insanlar, başka bir fantazyada “prozac”larını sanal olarak alıyor. Mutluluk başkasının hafıza koridorlarında koştururken bulunuyor. Lenny ise başkalarının anılarını deneyerek yaşamaya çalışan replikalara alternatif deneyimler yaratıyor. Lenny'nin sahte Rolex saatleri de bu noktada mükemmel bir yere düşüyor. Eternal Sunshine'da geçmişini yok ederek ilerlemeye çalışan bellekler, Strange Days'de orijinal hayatlar yerine kopyası yapılan deneyimlerle başkalarının geçmişinden ya da kendi güzel günlerini tekrar yaşamaya çalışan kopyalarına dönüşüyor. Soğuk Savaş dönemi paranoyalarıyla öykülerine yön veren Philip K. Dick'in elektrik koyun düşleyen öteki replikantları, siber punk evreninde farklı bir formülle sunuluyor. Strange Days'de Angela Basset'ın canlandırdığı Mace de bu kopya hayata karşı durup yaşamın gerçek zamanlı olduğunu, playbackler olmadığını söylüyor. Anıların kaybolmak için var olduğunu ve böyle tasarlanmalarının bir sebebi olduğunu savunuyor. Modern hayatın düşüşü akıllara Adorno'yu getiriyor: “Şimdi hayat yaşamıyor.”

Distopyan bakış açısı, konusu ve atmosferiyle birçok filmle karşılaştırılabilecek Strange Days'i seyrederken akıllara Blade Runner, Brainstorm, Strange Days ile aynı yılda çekilen Johnny Mnemonic geliyor. Strange Days'ten sonra çekilen birçok film ise benzer nakaratlara sahip: Open Your Eyes, Existenz, The Matrix, A Scanner Darkly.

Irkçılık ve röntgencilik kavramlarının sorgulandığı filmde ayrıca Skunk Anansie'den Selling Jesus performansıyla Juliette Lewis'ten Pj Harvey esintili Hardly Wait performansı da klip tadında arzı endam eyliyor. Film, gişe başarısı yakalayamasa da izleyenine uzun ama enfes bir maraton sunuyor. Lenny'nin deneyimini yaşayan röntgenci film seyircisi, karanlık sokaklarda oradan oraya koştururken birden duraksıyor. O sırada bir kıyamete “The End” ile eşlik eden The Doors'tan başka bir kıyamet arifesinde şu sözler geliyor: “Strange days have found us, and through their strange hours, we linger alone, bodies confused, memories misused, as we run from the day to a strange night of stone”

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi39/sinema/Strange-Days.html

Resimdeki mahkum orada olmayan kadın Juliette'e...


Kısa saçlı maviye boyanmış bir kadın, kafede oturup camdan bakıyordu. Kahvesinin yanındaki şekere fincandaki kaşıktan bir damla döküldü. O kazanın etkisi ve acısı gibi bu küçük kazayla damla bütün şekere dağıldı. Bundan yıllar sonra başka bir kadın, elinde sigarayla bir kafede görüldü. Durgun, güçlü ama kırılgan yüzünün arkasında huzursuzdu. Hapisten çıkmıştı ama o kadar acı doluydu ki o ana hapsolmuştu. Kadın aslında bir resimdi ve çerçevelenmişti. Biz, sadece içine bakmaya çalışmıştık...

Fransız akademisyen ve yazar Phillipe Claudel'in ilk yönetmenlik denemesi olan “Il y a longtemps que je t’amie” (Seni O Kadar Çok Sevdim Ki), 15 yıl hapiste yatan Juliette Fontaine'in (Kristin Scott Thomas) ziyaretçisiz geçen yıllardan sonra kız kardeşi Léa'nın (Elsa Zylberstein) yanına gelmesiyle hikayesini anlatmaya başlar. Ailesinin reddettiği Juliette, kız kardeşi tarafından sıcak karşılanır. Anne ve babasının görüşmemesi için kendisine baskı kurduğunu söyleyen Léa, Juliette'i kendi evine getirir. İki Vietnamlı evlat edinilmiş çocuk, Luc adlı bir koca ve kocanın çok okuyan dilsiz babası hapishaneden çıkıp gelen Juliette'in kendi zihninin hapishanesinde yaşadığı güya özgür olan bir dönemin ev sahipleri olurlar.

Aile albümlerinde artık istenmeyen bireyler, bazen budanır ve albümler eksik kalır. Ailesi tarafından aile resminden atılan kendi oğlunu öldürmesi suçuyla hapishanede yatmış Juliette de, kendi varoluşunu çoktan hükmü verilmiş yargılar arasında sürdürmeye çalışır. O arada bir yerde “Üç Renk Mavi”nin Julie'si gelir akıllara... Krzysztof Kieślowski üçlemesinin mavi kısmında acıya boyadığı filmde Juliette Binoche'un canlandırdığı kocasını ve kızını kazada kaybeden Julie... Suya atlayıp yeniden doğmaya çalışan ve her gün ölen Julie... Seni O Kadar Çok Sevdim Ki'de Juliette'le Julie'nin yüzü ve sessizliğindeki acısına bakar insan tekrar sanki...

Emile Friant'la acıya bakmak...

Dostoyevski'nin “Suç ve Cezası”nın dahi sanık kürsüsüne oturtulduğu filmin bir sahnesinde Léa'nın akademisyen arkadaşı Michel ve Juliette müzeye gelir. Juliette, filmin aslında ipucu görevi gören Emile Friant'ın “La Doleur” adlı tablosuna bir anlamda acıya bakar. Juliette'in resme bakakaldığını farkeden Michel, ona yine Friant'ın “Jeune Nancéienne dans un paysage de neige” adlı resmini gösterir. Michel, resimdeki kızı platonik olarak aşık olduğu bir kıza benzettiğini söyler ama kazançlı olanın kendisi olduğunu ekler. Platonik aşkı bir resimde çerçevelidir. Kızın elinde hiçbir şey yokken onun elinde bu resim vardır.

Bazen bir resme bakarsınız ve orada olanın gerçekliğine hayran kalırsınız. Kristin Scott Thomas'ın Juliette performansı da öyle gerçek. Birçok planda gördüğümüz yüzü, zihninde hapsolmuş çerçevelenmiş soğuk ama yanınızda oturan bir kadının portresi gibi. Donuk bakışların ardına gizlenmiş güçlü bir bireyin zihnindeki hapishanenin resmi...Michel'in filmde bahsettiği hikayedeki gibi orada olmayan ama resimde olan...

Filmdeki Vietnamlı evlat edinilmiş çocuklar, ailenin yakın arkadaşı olan Iraklı doktor Amerika'nın geçmişini hatırlatıyor insana... Ama burada resmedilen her ayrıntısında kopmuş bir yaşamın etik anlayışını sorgulaması ve bunun sonucunda katharsise varış...Film ilerledikçe tahmin etmesi zor olmayan bir sonuca sürükleniyor insan... Léa, telefonda bilmediğini öğrenirken küçük Vietnamlı kızın masalı okuması da filme enfes bir başka fırça darbesini konduruyor.

“Seni O kadar Çok Sevdim Ki” iki kız kardeşin ve acıya boyanmış bir kadının öyküsünü anlatıyor. Adını bir şarkının nakaratından alan film, bir şarkıdan birçok mahkum portreye uzanıyor. Stephen King'den olma muhteşem The Shawshank Redemption'da Mr. Brooks'a özgürlüğü verildiğinde ne yapacağını bilememişti. Dört duvar arasında olmaktan daha acısı dış dünyada kendi zihninde esaret altındalıktan kaçmak için bir çakıyla ismini hafızalara kazıdı. Juliette ise bunu görüp çok daha farklı bir şekilde arttırıyor ve yine de yaşıyor: “Birinin çocuğunun ölmesi hapishanelerin en kötüsüdür. Asla çıkamazsın.”

ÖZGE ÖNDEŞ

KAYNAK: http://www.resetmagazine.net/resetsayi37/sinema/I-Have-Loved-You-So-Long.html

6 Nisan 2010 Salı

Ötesi ve ötekisi olmayan yer Pleasantville


Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde modern diyarların birinde biri erkek diğeri kadın iki kardeş yaşarmış. Erkek, ütopyası olan bir TV dizisinin hayranıymış, kadın da hayatın zevklerinin... Erkek, sanki bir rüyadaymış. Rüyasında yasak kumandayı kardeşiyle paylaşamamış. Bir anda kendini kardeşiyle Alice misali düştüğü harikalar diyarında, sevdiği TV dizisinin içinde bulmuş. İlk başta replikanın replikası olarak mutlu olduğu ve her şeyin mükemmel gözüktüğü rüyası, daha sonra hiç de beklemediği bir yer çıkmış. Kız kardeşi kafasına bir elma atmış ve rüyayı birlikte yönlendirmeye başlamışlar. Burada yaşam soğuk ve siyah beyazmış, izleyen de üstüne bir battaniye alıp kumandanın yanlış bir tuşuna basmış...

Mükemmel bir dünyada inecek var!

Gary Ross tarafından yazılan ve yönetilen Pleasantville, kanallardan kanala geçişin ardından felaket senaryolarının sıralandığı bir girişle başlar. David (Tobey Maguire), mükemmel aile kavramının ve hatta her şeyin mükemmel olarak göründüğü bir hayatın temsili olan Pleasantville dizisinin hayranıdır. Pleasantville dizi maratonunu seyretmek üzere koltuğuna kurulmuşken kardeşi Jennifer'la (Reese Witherspoon) kumanda kavgası yapar ve kumanda kırılır. O sırada tuhaf bir televizyon tamircisi, tepeden düşer gibi çağırmadıkları halde kapıda belirir. Onlara değişik ve yeni bir kumanda bırakır. Haliyle kardeşler, yine kumanda için kavga ederken kumandadaki bir düğme sayesinde kendilerini siyah beyaz Pleasantville dizisinin içinde bulurlar. David ve Jennifer artık dizide mükemmel ailenin çocukları Mary Sue ve Bud olmuşlardır. Yangının ne olduğunu bilmeyen sadece kedi kurtaran itfaiyecileri, kütüphanesinde içi boş kitaplarıyla yatak odalarında ayrı tek kişilik yataklara sahip ötesi olmayan bir ütopyaya düşerler. Her gün aynı şeyleri yapan insanlar, bu trojan misali sisteme giren iki kardeş sayesinde Pleasantville'in ötesini ve kendilerini keşfetmeye başlarlar. Pleasantville'in mükemmel dünyası kaosa sürüklenirken aydınlanmayı yaşayan Pleasantville insanları, siyah beyaz görünümlerinden çıkıp renklenmeye başlarlar. Belli bir süre sonra “renkli” insanlardan rahatsız olanlar, onları taciz ederler. Muhafazakâr değerlerin altına saklanarak alıştıkları dünyanın geri dönmesini isterler. Bu Tv dizisinde artık cinsellik, sanat, müzik keşfedilir, aydınlanma yaşanır ardından totaliter rejimle kitaplar yakılır, farklılar dışlanır. Tuhaf ama tanıdık bir dünyanın simülasyonu olmuştur.

McCarthy Dönemi'nin kara listesindeki bir babanın oğlu

Aynı karede hem renkli hem siyah beyaz görüntüyü sağlamak için bol miktarda efekt harcanan film ütopik bir dünyanın ne kadar distopyan olabileceğinden dem vururken batının doğuya uyguladığı uygarlaştırma modelini, aydınlanmanın diyalektiğini ve modernitenin varlığını da düşündürtüyor. “Kahire'nin Mor Gülü” akla geliyor ve o esnada filmde ilk renklenen Pleasentville üyesi, bir gül oluyor. 1950'lerin mükemmel dünyası, Stepford Wives türevi kadınları ve Amerika'da yaşanan 50'lerin cadı avı... Bu noktada filmin yönetmeni Gary Ross'un aslında McCarthy döneminde kara listeye alınmış senaristlerden Arthur Ross'un oğlu olduğunu da eklemek gerekiyor. Pleasantville dünyasında bunun etkisi açıkça görülüyor. Filmin bir sahnesinde Jennifer, David'e Huckleberry Finn'i yarısına kadar okuduğu için insanlara yarısına kadar anlattığını söyler. Jennifer anlatırken kitabın boş sayfaları yarısına kadar dolmuştur. Pleasantville gençleri kitabın gerisini merak ettiklerinde David, Huckleberry Finn ve kölenin özgür olmak için kaçarken aslında özgür olduklarını farkettiklerini anlatır. Pleasantville de bu esaretin farklı yansımalarını gösterir her karesinde... Geçmişte yaşayıp yeni gelenin keşfini yaşamazsa insan her gün kendini tekrarlamaktan öteye geçmesi olanaksızdır. Bunun bir güzel vurgulandığı filmde popülarite düşkünü Jennifer, D. H Lawrence'ın “Rainbow” adlı kitabını okuduktan sonra renklenir. David ise mükemmel bir hayatın değil her şeyiyle hayatın olduğunu anlayarak olgunlaşır. Film, “insanlar değişir” derken karakterlerimiz de dönüşüm yaşarlar. “Truman Show” gibi bir dünyaya girer ve seçimlerini yaparlar. Mükemmel bir hayat mükemmel bir şekilde düşer. Sonra ne mi olur? Yazının fonunda Fiona Apple'dan “Across The Universe” çalarken filmdeki repliklerden bazıları fısıldanır: Doğru bir hayat var mı? Peki, şimdi ne olacak?
Sanırım ben de bilmiyorum.

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi37/sinema/Pleasantville.html

Deliliğin dağlarında karanlık tarafa hoş geldin...

"Dünya başka bir dünya gibiydi. Uysallaştırılmış, zincire vurulmuş bir canavara bakmaya çalışmıştık, oysa orada gördüğümüz, canavarca ama özgür bir şeydi. Dünya dışında bir şeydi, insanlar da, hayır, insanlık dışı değildiler. En kötüsü de buydu anlıyor musunuz? İnsanlık dışı olmadıkları kuşkusu... Ağır ağır çöküyordu bu duygu insanın üstüne... Çığlıklar atıyorlar, sıçrıyor, oldukları yerde dönüyor, yüzlerini korkunçlaştırıyorlardı; ama insanı heyecanlandıran, insanlıklarını- sizinki gibi olan insanlıklarını- ve bu çılgın, coşkun kalabalıkla olan uzak akrabalığını düşünmekti. Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yüreğin varsa, o gürültünün korkunç sıcaklığının, içinde ufacık da olsa bir tepki yarattığını kabullenir; senin- ilk çağların gecesini böylesine uzak olan senin-kavrayabileceğin bir anlamı olduğundan uzakta uzağa kuşkulanabilirdin."

James Conrad - Karanlığın Yüreği

İnsan, kendini bulmak için bilinmeyen topraklara doğru yönelip iyi yönünü keşfetmeye doğru ilerlerken aynada yansıyan arkasındaki canavarda görmek istemediği karanlık tarafıyla karşılaştığında şok olur. İdinde ya da ininde gördüğü H.P Lovecraft’ın The Outsider'ındaki yabancısı kendisi olan ötekisiyle özdeşleşene kadar... Köküne kadar İngiliz Viktoryen etiğinin baskılarının getirdiği korku yansımalarından tutup Dr Jeckyl’lı Mr Hyde'a uzanmak mümkündür bazen kişinin iyi ve baskılanmış kötüsüne daha yakından bakmak için... Frankestein, Dracula gibi pek çok kötü söz dinlemeyen oğul, İkarus'un idinde saklıdır. Sanayinin devriminden ekonomik bunalıma uzandıktan sonra insan, karanlığın yüreğindeki doğanın bilinmeyenine bakar ve o arada King Kong'la karşılaşır. Ve Goya buyurur: “Us uyuduğu zaman ucubeler ve canavarlar yaratır.”

Işıklar kapansın, karanlıkta av başlasın...

Yağmurlu bir cuma gecesinin vazgeçilmez klasiği kişiselde yorgan altı patlamış mısırın eşlik ettiği bir korku filmi olmuştur. Parmaklar bir dvd arayışına yönelir ve aralarından daha önce ismi bile yine kişiselde duyulmamış bir film seçilir. O mehtaplı gecelerde korku filmleriyle yüzleşmenin bir başka rahatsız seyri gerçekleşir; The Descent...

Türkçeye tuhaf çevirimi “Cehenneme Bir Adım” olan The Descent, deliliğin dağlarından karanlığı yüreğine düşen bir kadının hikâyesine sürükler. İngiliz Sinema Yazarları Birliği tarafından “Yılın En İyi Korku Filmi” olarak seçilen Neil Marshall'ın yazıp yönettiği 2005 yapımı filmin daha başında Sarah (Shauna Macdonald), kocasını ve kızını kendinin de içinde bulunduğu bir trafik kazasında kaybeder. Ardından hastanede uyanır ve yataktan kalkarak uzun ve kimsesiz koridorda koşar. Sarah, koştukça arkasında bıraktığı her ışık bölmesi kapanır. Film de aslında burada başlar. Üzerinden yıl geçmesiyle Sarah ve beraberindeki beş kişi ki bunlardan biri de Sarah'ın kocasıyla ilişki yaşadığını başta kondurmak istemediğimiz Juno (Natalie Mendoza) olmak üzere mağara inişi yapmak için dağları aşarlar. Juno tarafından seçilen kel alaka bir mağarada çıkış yollarının kapanmasıyla çaresiz nereye gittiklerini bilmeden ilerlerler. Ancak klasik olarak yalnız değillerdir. Kızlarımız, Yüzüklerin Efendisi'ndeki orklarla Gollum arası bir görünüme sahip, seyrederken “it kopuk” olarak adlandırılabilecek “Crawlers” denen insan sürüngenlerle av ve avcı savaşının ortasına düşerler.

Bir garip avcı: “Crawler”

Bir varmış bir yokmuş; bir zamanlar “Neandertaller”le “Homo Sapien”ler varmış. “Homo Sapien”ler kafataslarındaki çıkıntı ve ileri görüşlülükleri sayesinde ilerlerken Neandertaller yok olmuşlar. Böyle bir eskiye dönüşü anımsatan filmde mağaralarda binlerce yıl yaşayıp buna göre evrimleşen, yarasa gibi format yiyen yaratıklarla karşılaşıyoruz. Kör, insanımsı bu it kopuk yamyamlar gore telinden çalıyor. Bu vahşilik içinde Sarah'ın da içindeki hayvan uyanarak avken avcıya dönüşmeye başlıyor. Biz de yıllardır uygarlık ve yabanıllığın kesiştiği hikâyelerden başlayarak bir kadının zihninin yarattığı bilgisayar oyunu gibi bir ortama düşüyoruz. Bu it ve kopuk sürüsünün, patriyarkanın muhafazakârlığıyla kadının düşmanı gibi okunması gibi pek çok okumayı es geçerek denilebilir ki film; bir korku filminin izleyiciyi rahatsız etmesi, germesi gibi tüm işlevlerini yerine getiriyor. Yaşadığı travmadan sonra yeniden doğması gereken Sarah, kendi içinde savaş veriyor gibi gözüküyor. “Bu kadın başında öldü mü yoksa kafayı mı sıyırdı, yoksa yoksa...” diye filmde bir kuşkudur alıp başını giderken zihni insanla oyun oynamaya devam ediyor. Diğerleri sapır sapır dökülürken Juno ile Sarah bu ilkel insanımsı yaratıklarla savaşmaya başlıyor. Tabii daha sonrasında kızlarımızı kendi aralarında da ağır bir hesaplaşmayla “kadını kadının kurdu” olarak görüyoruz. Filmde Sarah, kan gölünden çıkarken Apocalypse Now'dan Benjamin'in mezuniyet psikopatı Carrie (Carrie) ve gönüllerin avcısı Ripley'le (Alien Serisi) karıştırılmış bir resmi olarak yeniden doğuyor. Korku filmlerinde tünel ve mağara kültürünün rahim olarak algılanması da tabii bu doğum olayına tuz biber olabiliyor.

Level 4: Doğum günüm bana geldiğin gündür...

Sarah'ın zihni, uyku duvarının ötesine geçerek deliliğin dağlarında gezinirken kendi karanlık tarafına da hoş gelmiş bulunuyor. Filmde arada gördüğümüz, kızının uzattığı “doğum günüm bana geldiğin gündür” türevindeki beş mumlu (Sarah'sız beş kız ) ve altı mumlu (altı kız kupa full) pasta da zihnine “yeniden doğum” uyarısı yolluyor. Sağ gösterip sol vuran bir finale ilerleyene kadar klostrofobi seyredenin yakasını bir türlü bırakmıyor. Sarah'ın aklı uyurken deliliğe doğru ilerleriyor ve canavarlar yaratıyor. “Bütün bu olanları sen hastanede zihnindekilerle hesaplaşırken yarattın” diyor insan ki enteresan bir şekilde filmin ikincisi taze taze piyasaya sürülüyor. Sarah artı bir sürprizle ikinci filmde yine karşımıza çıkıyor. İzlemek lazım ki yorum yapmak yanlış olur dedirtiyor. Ama o da ne yoksa Sarah'ın dediği gibi zihnin senle yeniden bir oyun mu oynuyor, kaç canını kaldı... Doğa uygarlığın bilinçaltıysa karanlığın yüreğine akan insan, oraya inerken kendi kıyametini yaratıyor. O zaman yazının bittiği yerde, kıyametin geldiği anda Sarah, Juno’ya sesleniyor, The Apocalypse Now'ın derinliklerinden The Doors’tan geliyor... “ This is the end, Beautiful friend. This is the end. My only friend, the end.”


Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi33/sinema/descent.html

Bir Şarkısın Sen I Want You!


İngiltere'de soğuk bir sahil kasabası. O uzun sahilde rüzgar estiğinde sanki sürekli koşan birinin ayak sesleri ve dağlayan bir keman melodisi duyulabilir. “Çok istediğim ve ulaşamadığım sürekli sahilde koştuğum neydi” der biri... Dalgalardan yorulmuş bir taş mı, o taştan bir kalp mi, gizemli bir kadın mı, saplantılı bir erkek mi yoksa yeniden bir başlangıç mı...

Bu, bir tehlikeli masalın sonuydu; bir diğerinin de başlangıcı...

Neo noir tadları veren yer yer kırmızıya boyanmış bir film. Bir ses daha en başında uyarıyor: “Bu, bir hikayenin sonuydu ve bir diğerinin de başlangıcı”.

Elvis Costello'nun “I Want You”(Seni İstiyorum) adlı aşık şarkısı, yönetmen Michael Winterbottom'un rahatsız seyirlerine döşendiğinde basit bir hikaye olağanın dışına çıkmakla meşgul oluyor. Röntgencilik, erotizm, obsesyon, tutku, taciz tehlikeli bir masal anlatmaya başlıyor. Martin (Alessandro Nivola) hapishanede 9 yıl yattıktan sonra hapishaneye girdiğinden beri görmediği sevgilisi Helen (Rachel Weisz) için bir gün evine dönmeye karar veriyor. Martin'in saplantısıyla yanıp tutuştuğu kuaför Helen'i, “istedim de tepemedim” türevinde radyocu bir düz adam ve etraftaki sesleri alıcı ekipmanlarıyla kaydeden ve dinleyen dilsiz küçük bir çocuk olan Honda (Luka Petrusic) da istiyor. Sahil kasabasında barda şarkı söyleyen Honda'nın ablası Smokey (Labina Mitevska) ise kendine göre bir hayat yaşayan erkek delisi bir şarkıcı. Annesini erken yaşta kaybetmiş Honda'ya göz kulak olmada kendine göre bir yol tutan Smokey, istediği insanla yatıyor bir yandan da kendisine kilisede rastlanabiliyor. Martin'e de sempati duyan bu kadın ikiyüzlü insanlara düşündüğünü pat pat söylemekten de kaçınmıyor. Bazen de filmin en dürüst karakterine dönüşüyor. “Ben yalan söylemem” diyen Smokey'nin ağzından dinlemeye başlıyoruz hikayeyi...

Siyah saçlı ve yeşil gözlü bir kız aranıyor...

Kafayı Helen'le bozan Martin, Helen'e benzer kızlar sipariş ederken “Siyah saçlı ve yeşil gözlü istiyorum” diye buyuruyor. Helen'e de tacizleri telefon, gözetleme ve nihayetinde kapısına gelmeyle devam ediyor. “I Want You” şarkısı bitmek bilmeyen arzuların taklidine ya da kendisine ulaşmaya çalışırken obsesif deneyimleri de set menüye ekliyor.

Helen'in düzeltebildiği tek şey saç oluyor, bazen ki uzun sürmüyor kulak kesmede de gayet başarılı... Helen, insanların saçlarını kesmekten ziyade hayatlarını kesmeye Honda ise montajlamaya başlıyor. Film ilerledikçe babası ve annesi ölmüş iki çocuğun tehlikeli oyun bahçesinde biz de bir güzel oynamaya başlıyoruz. Bir karanlık ninniye eşlik ediyoruz. Kasetçalardan sesi gelen bir annenin masalı yapıbozuma uğramaya başlıyor.

Slawomir Idziak'ın Filtreleri 

Senarist Eoin McNamee filmin içinde bazen yolunu şaşırıp tökezlemeye başlasa da filmin görüntü yönetmeni Slawomir Idziak'ın filtreleriyle karanlık bir aşk hikayesini kırmızıya, maviye veya yeşile boyuyor. Deformasyona uğramış hayatları daha da deforme edebiliyor. Polonyalı görüntü yönetmeni Idziak'ın mavilerini görünce akla Krysztof Kieslowski'nin yarası Trois Couleurs Bleu (Üç Renk Mavi) geliyor ki sürpriz; onun da görüntü yönetmeni Idziak... Polonyalı bir adamın bakış açısıyla İngiltere için eline farklı palet alıyor. Dekalog'tan Black Hawk Down'a kadar pek çok farklı zemini boyamış bu adamın dokunuşları savrulmuş ve yabancılaşmış hayatları bir akvaryumda süzülen balıklar gibi resmediyor.


Filmin diğer karakterleri Smokey'i dışarda tutarsak Helen'in akvaryumda ya da bir üst seviyeye atladığımızda gördüğümüz denizde süzülen balıkları gibi duruyor bazen.. Helen, kaçış noktası suda yeniden doğmaya çalışırken diğer hayatları da suda terkediyor. Film bir şarkı gibi ilerliyor. Zaten öykündüğü eser de bir şarkı olduğundan şarkıdaki gibi tekrarlamalar duyuluyor. “Bu adam niye bu tekrarlanan karışık sesleri koymuş, niye bunları dinledik ya?!” diyor insan; sonra bakıyor ki film nakaratıyla bir şarkı formatı gibi işliyor.

Claire Denis'in Tindesticks'in Trouble Every Day'ine ithafen çektiği cinsel sapmalar gösteren filmi gibi “I Want You”da da -tabii sevişirken birbirini yemek manyaklığından farklı olarak- yine kırmızılı bitmek bilmeyen arzuların hastalıklı görünümleri var. Kalbi acıtan bir şarkı deneyimi, Winterbottom sayesinde görüntülerle ama bir başkasının röntgenleme hikayesini izleyerek geçiyor. Şu meşhur izleyicinin röntgenci olması hikayesini hatırlayarak aslında bir film değil bir şarkı izliyoruz. Kasedi çevirip tekrar dinlenebilen, Costello'nun şarkısından daha farklı bir yola girebilen bir şarkı...
Özge Öndeş

The Night Porter




Gece Bekçisi'nin 120 Günü
...

Estetize Edilmiş Oyun

“Fetiş haline gelmiş bulunan her şey görülemeyen diyalektik imajın, görülebilen rüya imajı olmuştur.”

Walter Benjamin

The Night Porter (Gece Bekçisi), Liliana Cavani’nin yönetmenliğinde Dirk Bogarde (Max) ve Charlotte Rampling’in (Lucia) katılımıyla gerçekleşen kadın-erkek ilişkilerine güç ve cinsiyet açısından bakan bir oyun… Sadomazoşist ilişkilerin ele alındığı film, Max’ın toplama kampında işkence ettiği mahkûm Lucia ile tekrar karşılaşmasından sonra gelişen olayları ve dört duvara maruz kalmış işkenceleri çerçeveler. Bunu da sadizmin Salo’su Nazi hareketiyle pekiştirerek yapar. İlginç olan; erdemle kırbaçlanan kadınıyla sadizm, faşizm eleştirisi için nasıl Pasolini’nin Salo-Sodom’un 120 günü adlı filminde kullanılıyorsa burada da tam tersinde bir görüş olan feminizm için kullanıldığı hissedilir. The Night Porter, sadizmi ters düz ederek kadının aracı yapmaya uğraş verir. Bir yandan Patriarkaya karşı, faşizme karşı, kadın elinde sadizmi bulundurur. Diğer yandan Susan Sontag’ın “Fascinating Fascism”inde atıfta bulunduğu üzere sadizmi estetize edilmiş haliyle kullanarak aslında yine istemeden faşizme kaymaktadır. Salo’daki gibi estetize edilmemiş, tüm estetik değerlerinden arınmış bir faşizm görünümü yerine kısasa kısas anlayışını benimser. Gece bekçisi Max, eski bir Nazi geçmişinin bekçisiyken Eve’den Evil olan kadının kölesine dönüşür. Zamanında sansasyonel filmlere çentik atmış The Night Porter, Madonna’nın zamanında yasaklanmış ve Jean-Baptiste Mondino tarafından çekilen “Justify My Love” klibinin esin kaynağı olan, akıllara ziyan çekiciliğiyle sevilen bir film olsa da ikilemde olmaktan, estetikli olmaktan kendini alamamaktadır.


Filmde, Hegel’in köle ve efendileri geçmişlerine özlem duyar, rolleri değişip yeniden oynamaya başlarlar. Max’ın toplama kampında Lucia’ya işkenceleri bir başka mekanda Lucia’nın Max’ı erdemle kırbaçlamasıyla devam eder. Venedik’te ölüme teslim olan Gustav Von Aschenbach, The Night Porter’da Max’la Viyana’da Stokholm sendromunun dönüşümüne soyunur.
Filmin başında Max, karşımıza resepsiyon görevlisi olarak çıkmaktadır. Bu, sonradan anlaşıldığı üzere, kaybettiği otoritesine tanıklık edeceğimizin sinyalleridir. Eskiden SS subayı olan Max, otoritesini o zamanlar işkence ile sağlamaktadır. Lucia’yı yıllar sonra tekrar gördüğünde ise eskinin hayallerini kurar. Geçmişin utanç anlarını düşler ve uykuda sevilen kızları uyandırır. Bu düşlerden birinde Max’ın toplama kampında Lucia’yı çıplak insanlar arasında rahatsız edici olarak kameraya almasına ortak oluruz. Bu, Laura Mulvey’in “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” makalesinde anlattığı gibi kadının sinemada izlenmesiyle nitelendirilmesi ile ilgilidir. Hatta kadının sinemada cinsel sömürüsüne tıpatıp bir yaklaşımdır. Peeping Tom gibi bir röntgencidir Max… Ancak daha sonra Lucia’yı, buna missileme şeklinde erkek düzen SS topluluğun toplantısını izlerken görürüz. Röntgencilik sırası ona geçmiştir. Yine buradan hareketle “Salo”daki röntgenci burjuvazi sahnesini hatırlamak da mümkündür. Konu olarak farklı olsa da röntgencilik ortak noktada buluşur, faşizan ve sadistçe bir eylemken iki filmde çok farklı hislerle röntgenleriz bu durumu oturduğumuz koltuktan…


SS subayları topluluğunun Nazi belleğine tehdit ve şahit olan Lucia, hayatın içindeki faşizmin ideali unutmanın önündeki büyük engeldir. Savaş sırasında sadist olan Max, Lucia’nın tekrar gelmesiyle sado-mazoşist oyununda rol değişimi yaşamıştır. Bu ilişkide rol değişimi yaşayan sadece Max değildir; Lucia kadın kimliğiyle Max’ın zayıflığına meydan okumaktadır. Artık yaşanan oyunu Lucia idare etmektedir. Max, Lucia’yla SS subaylarından korunmak için evde saklanmaya başlar. Dövme, zincirleme eylemleri erkek egemen eylemler gibi gözükse de burada ironik olarak bunları yapan çok zayıf bir erkek, güçlü bir kadın gösterilmektedir. Meydan okuyan kadın, gerçek hayatta imkânsız olaylar üzerine kurgulanan oyunda baskın rolün dönüşümünü yaşar. Düz mantıkla kedi- fare, fare- kedi olmuştur. Lucia zaten bunu bir güzel miyavlayarak gösterir. Zincir, köleliğin ironik bir temsilidir, burada kendi isteğiyle zincirlenmiştir. Lucia köle midir efendi midir; cam kırıkları üzerinde bir efendi olduğu aşikârdır. Paris’te Son Tango’nun Paul’u The Night Porter’da Lucia’ya dönüşüp Max’a sanki tecavüz eder.Filmin afişinin ilham kaynağı, meşhur Salome sahnesinde bir “Kabare” bir “Mavi Melek” izleri bulmak mümkün ancak Lucia’nın yaptığı şovda büyük detaylar söz konusu gibi gözükmektedir. Örneğin Lucia, erkek kıyafetleriyle bir SS subayının kadın versiyonu olarak SS formasıyla Marlene Dietrich şarkısını estetize eder.


Filmin sonuna doğru geleneksel toplumda yer edinmiş sistemin temsilcileri, eski SS grubu yıldırma politikasıyla erkek egemen ideolojiye meydan okuyan kadını(Lucia) ve işbirlikçisini (Max)öldürürler. Film boyunca sürekli geçmişi hatırlayan ikili sonunda da geçmişteki elbiseleriyle kendilerini düşmanlarının eline bırakırlar. Bu estetize edilmiş oyun da birer kostüm olan Lucia ve Max’ın ölümüyle sonlanır.


Filmin gerçek olamayacak bir uzamda geçmesi, onu uzun metrajlı bir fantezi olarak görmemize neden olabilmektedir. Hayat değil bir oyundur. Johan Huizinga’nın çağdaş toğlumunda her yeri sarmış görünen oyunun gerçek dışı ve aldatıcı olmasıyla ilgilidir. Ama filmde de fantazyaya dönüşmüş oyun Huizinga’nın oyun anlayışına sığmayarak devamını sürdürür çağın toplumlarında… Erotizmle faşizm sıvanmıştır bir de filmin astarına. Kötü halini imajıyla kapadığı için faşizmi soymayıp yerine süslemiştir. Filmde yapılanlara hayranlıkla bakarken buluverebilir insan kendini ve bazen irkilmesi de muhtemeldir. Bu noktada hayatı süslememiş bir başka film koyulur, bir bakmışsınız The Night Porter’da yapılan estetize hayranlıkla karşılanırken sonra açılan Salo’da boyası yapılmamış aynı ev, bulantıya sebep olur. Sanki birinde sevgiliye atılan mektupta romantizm diğerinde argo kullanılmıştır. Peki romantizm de faşizmi beslememiş midir diye sorar insan? İçimdekini olduğu gibi kullanmadığım, ilişkilerimde bile estetize ettiğim yaşam tüm çıplaklığıyla gözümün önüne serilince bir bakmışım rahatsız olmuşum…


Estetize Edilmemiş Yaşam

Yönetmenliğini Pier Paolo Pasolini’nin yaptığı senaryosunun ise Roland Barthes, Maurice Blanchot gibi pek üstad isimler tarafından yazılan Salo Sodom’un 120 Günğ, Marquis De Sade’nin Sodom’un 120 Günü romanından uyarlanmıştır. 1944-1945 Kuzey İtalya Nazi işgali altındadır. Dante İlahi Komedya’nın uzantısı inferno yani “Cehenneme Giriş” olarak adlandırılan ilk bölümde Salo’da bir burjuvazi topluluğu zorla kadın ve erkekleri kaçırıp bir malikanede köle yaparlar. Bu insanlar, 120 gün boyunca Her türlü cinsel ilişkiden, dışkı yemeye, tasmayla sürünmeye ve artık ne verdiyseye kadar fiziksel, psikolojik işkence çeşitlerine maruz bırakılır. Bu arada burjuvaziye köle sağlayanlar da burjuvazinin her türlü doyuma ulaşması için belirli saatlerde cinsel hikayeler anlatırlar.

Pek çok okumaya açık ve okumaları da bolca yapılmış olan üç büyüklerin filminin burada analizini yapmaya kalkmak haddimiz değildir. Yapılması gereken kişilerin estetik ihtiyacını karşılamayan aksine kusturan bu filme sadece yakından bakmaktır.
Pasolini filminde estetikleştirilmiş bir insan hayatını görmek pek mümkün değildir. Aksine estetize edilmiş yaşamın kaynağı faşizmin estetize edilmeden gösterildiğine tanık oluruz. Faşizmin öğeleri bu şekilde anlatılarak sahte güzelliğinden estetize olmuş halinden arındırılabilir. Pasolini, bizi doyurucu anlatımlar gibi masalsı bir anlatım seçmez, görkemden uzak normal insanı olduğu gibi anlatır. Onun filmini izlerken insan duygusal ihtiyaçlarını gideremez aksine film her türlü ihtiyacını seyircisi üzerinde giderebilme özelliğine sahiptir. ”Canterburry Tales”de insan saf Ortaçağ insanıdır, cinsellik doğaldır. Yer içer uyur, sevişir. Olduğu gibidir; mitleştirilmez, masallaştırılmaz. Olanı tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Cinsellik tüketim haline gelmiştir. Hikaye anlatıcıları faşizmin ayakta durduğu mit anlatıcılarıdır ve bu mitler hiç de yüce mitler değildirler. Bu hikayeler sadece burjuvazinin boşalmasına yarayacaktır. Burjuvazi işkence peşinde her şeyi tüketmekte katıksız bir sadizmin hazzına varmaktadır. Buna benzer olarak burjuvazi Bunuel’in ellerinde boş boş yürüyen bir hiçlik olarak eleştirilmiştir;

“Savaşı unutma girişimi başladığında burjuvazi artık başını yastığın biraz da diğer ucuna dayayarak uyumak istiyordu, uykuya daldıktan sonra görmeyi umduğu en güzel düş ise , başının altındaki eski ve bildik yastığının yerine , bir yenisinin konulmuş olmasını hissetmekten ibaretti.”

Walter Benjamin - Estetize Edilmiş Yaşam


Bu durum Bunuel’in “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”ndeki burjuva tasviridir. Onun rüya içerisinde rüya gören ve sürekli yemek yemeye çalışan, boş boş yürüyen burjuvazi eleştirisi Salo’da sadist burjuvazi eleştirisine ve faşizmi taşlamaya dönüşür. İnsan tüketimin nesnesidir, köpeğidir. Toplumu da artık sadizmden çıkıp mazoşizme kendini bırakmıştır. Her hafta aynı saatte aynı programı seyretmek, denenmek ve aynı şeyleri almak üzere günlerin köpüğü durumundan günlerin köpeği haline gelmiştir. Burjuvazi de kölelerine “Salo”da tasma takar ve köpekleştirir. Ancak burada izlediğimiz insanın hayvanlaştırılmasından çok, gayet yüzeysel bir bakış atttığımızda, insanın eşya haline getirilmesi ve burjuvazinin kendi ölümünü onlar üzerinden üretmesidir. Modanın rivayeti kendi ölümüne üreterek yaşamaksa efendinin ölümü de buna bağlı olarak yaşar.

“Homo oeconomicus’un otopsisi- Bu bir masaldır: ‘Bir varmış, bir yokmuş bir zamanlar Kıtlık içinde yaşayan bir adam varmış. Birçok serüvenden ve Ekonomi Biliminde uzun bir yolculuktan sonra adam Bolluk toplumuyla karşılaşmış.Birbirleriyle evlenmişler ve bir sürü gereksinimleri olmuş.Homo oeconimicus’un güzelliği diyordu A.N Whitehead, aradığını tam olarak bilmemizdi.”

(Jean Baudrillard, Bir Tüketim Kuramı Üzerine ,Cogito Dergisi ,Dünya Büyük Bir Mağaza,Yapı Kredi Yayınları,Yaz 95,İstanbul,s89)


Aradığını tam olarak bilmeyen kendini bulamazmış. Dili törpülenmiş, başkasının üzerinden kendini tanımlamaya başlamış, hatta bir şeylere sığınma ihtiyacı duyup farketmeden sadist ve mazoşist olmuş. Kendinden kaçarken başkasına ihtiyaç duymuş, kendini onun üzerinden tanımlamış: efendi ya da köle diye…


Bu sefer iki film için açılan şarkı Yndi Halda – “Illuminate My Heart, My Darling”di. Ne gerek vardı bunu belirtmeye, çünkü hissetmek lazımdı. Yaşam o kadar suni ve estetize olurken hissetmek o kadar unutulmuş, erken kalkmak mecburiyet olmuş. Yağmurda saçım bozulmasın diye ıslanmayı o kadar unuttuk ki pencerenin dışında bize ait olmayan bir yere, karşı kapının önüne yağdı. Ve nihayetinde şarkının kendisi o kadar güzel gözüküyor ve o kadar acı verici ki aynı anda hem kendine çekiyor hem de bulantı yaratabiliyor aydınlanmayı arzularken…

Özge ÖNDEŞ

Kaynak: http://www.sinemadefteri.com/2008/12/gece-bekcisinin-12o-gunu/