6 Nisan 2010 Salı

The Night Porter




Gece Bekçisi'nin 120 Günü
...

Estetize Edilmiş Oyun

“Fetiş haline gelmiş bulunan her şey görülemeyen diyalektik imajın, görülebilen rüya imajı olmuştur.”

Walter Benjamin

The Night Porter (Gece Bekçisi), Liliana Cavani’nin yönetmenliğinde Dirk Bogarde (Max) ve Charlotte Rampling’in (Lucia) katılımıyla gerçekleşen kadın-erkek ilişkilerine güç ve cinsiyet açısından bakan bir oyun… Sadomazoşist ilişkilerin ele alındığı film, Max’ın toplama kampında işkence ettiği mahkûm Lucia ile tekrar karşılaşmasından sonra gelişen olayları ve dört duvara maruz kalmış işkenceleri çerçeveler. Bunu da sadizmin Salo’su Nazi hareketiyle pekiştirerek yapar. İlginç olan; erdemle kırbaçlanan kadınıyla sadizm, faşizm eleştirisi için nasıl Pasolini’nin Salo-Sodom’un 120 günü adlı filminde kullanılıyorsa burada da tam tersinde bir görüş olan feminizm için kullanıldığı hissedilir. The Night Porter, sadizmi ters düz ederek kadının aracı yapmaya uğraş verir. Bir yandan Patriarkaya karşı, faşizme karşı, kadın elinde sadizmi bulundurur. Diğer yandan Susan Sontag’ın “Fascinating Fascism”inde atıfta bulunduğu üzere sadizmi estetize edilmiş haliyle kullanarak aslında yine istemeden faşizme kaymaktadır. Salo’daki gibi estetize edilmemiş, tüm estetik değerlerinden arınmış bir faşizm görünümü yerine kısasa kısas anlayışını benimser. Gece bekçisi Max, eski bir Nazi geçmişinin bekçisiyken Eve’den Evil olan kadının kölesine dönüşür. Zamanında sansasyonel filmlere çentik atmış The Night Porter, Madonna’nın zamanında yasaklanmış ve Jean-Baptiste Mondino tarafından çekilen “Justify My Love” klibinin esin kaynağı olan, akıllara ziyan çekiciliğiyle sevilen bir film olsa da ikilemde olmaktan, estetikli olmaktan kendini alamamaktadır.


Filmde, Hegel’in köle ve efendileri geçmişlerine özlem duyar, rolleri değişip yeniden oynamaya başlarlar. Max’ın toplama kampında Lucia’ya işkenceleri bir başka mekanda Lucia’nın Max’ı erdemle kırbaçlamasıyla devam eder. Venedik’te ölüme teslim olan Gustav Von Aschenbach, The Night Porter’da Max’la Viyana’da Stokholm sendromunun dönüşümüne soyunur.
Filmin başında Max, karşımıza resepsiyon görevlisi olarak çıkmaktadır. Bu, sonradan anlaşıldığı üzere, kaybettiği otoritesine tanıklık edeceğimizin sinyalleridir. Eskiden SS subayı olan Max, otoritesini o zamanlar işkence ile sağlamaktadır. Lucia’yı yıllar sonra tekrar gördüğünde ise eskinin hayallerini kurar. Geçmişin utanç anlarını düşler ve uykuda sevilen kızları uyandırır. Bu düşlerden birinde Max’ın toplama kampında Lucia’yı çıplak insanlar arasında rahatsız edici olarak kameraya almasına ortak oluruz. Bu, Laura Mulvey’in “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” makalesinde anlattığı gibi kadının sinemada izlenmesiyle nitelendirilmesi ile ilgilidir. Hatta kadının sinemada cinsel sömürüsüne tıpatıp bir yaklaşımdır. Peeping Tom gibi bir röntgencidir Max… Ancak daha sonra Lucia’yı, buna missileme şeklinde erkek düzen SS topluluğun toplantısını izlerken görürüz. Röntgencilik sırası ona geçmiştir. Yine buradan hareketle “Salo”daki röntgenci burjuvazi sahnesini hatırlamak da mümkündür. Konu olarak farklı olsa da röntgencilik ortak noktada buluşur, faşizan ve sadistçe bir eylemken iki filmde çok farklı hislerle röntgenleriz bu durumu oturduğumuz koltuktan…


SS subayları topluluğunun Nazi belleğine tehdit ve şahit olan Lucia, hayatın içindeki faşizmin ideali unutmanın önündeki büyük engeldir. Savaş sırasında sadist olan Max, Lucia’nın tekrar gelmesiyle sado-mazoşist oyununda rol değişimi yaşamıştır. Bu ilişkide rol değişimi yaşayan sadece Max değildir; Lucia kadın kimliğiyle Max’ın zayıflığına meydan okumaktadır. Artık yaşanan oyunu Lucia idare etmektedir. Max, Lucia’yla SS subaylarından korunmak için evde saklanmaya başlar. Dövme, zincirleme eylemleri erkek egemen eylemler gibi gözükse de burada ironik olarak bunları yapan çok zayıf bir erkek, güçlü bir kadın gösterilmektedir. Meydan okuyan kadın, gerçek hayatta imkânsız olaylar üzerine kurgulanan oyunda baskın rolün dönüşümünü yaşar. Düz mantıkla kedi- fare, fare- kedi olmuştur. Lucia zaten bunu bir güzel miyavlayarak gösterir. Zincir, köleliğin ironik bir temsilidir, burada kendi isteğiyle zincirlenmiştir. Lucia köle midir efendi midir; cam kırıkları üzerinde bir efendi olduğu aşikârdır. Paris’te Son Tango’nun Paul’u The Night Porter’da Lucia’ya dönüşüp Max’a sanki tecavüz eder.Filmin afişinin ilham kaynağı, meşhur Salome sahnesinde bir “Kabare” bir “Mavi Melek” izleri bulmak mümkün ancak Lucia’nın yaptığı şovda büyük detaylar söz konusu gibi gözükmektedir. Örneğin Lucia, erkek kıyafetleriyle bir SS subayının kadın versiyonu olarak SS formasıyla Marlene Dietrich şarkısını estetize eder.


Filmin sonuna doğru geleneksel toplumda yer edinmiş sistemin temsilcileri, eski SS grubu yıldırma politikasıyla erkek egemen ideolojiye meydan okuyan kadını(Lucia) ve işbirlikçisini (Max)öldürürler. Film boyunca sürekli geçmişi hatırlayan ikili sonunda da geçmişteki elbiseleriyle kendilerini düşmanlarının eline bırakırlar. Bu estetize edilmiş oyun da birer kostüm olan Lucia ve Max’ın ölümüyle sonlanır.


Filmin gerçek olamayacak bir uzamda geçmesi, onu uzun metrajlı bir fantezi olarak görmemize neden olabilmektedir. Hayat değil bir oyundur. Johan Huizinga’nın çağdaş toğlumunda her yeri sarmış görünen oyunun gerçek dışı ve aldatıcı olmasıyla ilgilidir. Ama filmde de fantazyaya dönüşmüş oyun Huizinga’nın oyun anlayışına sığmayarak devamını sürdürür çağın toplumlarında… Erotizmle faşizm sıvanmıştır bir de filmin astarına. Kötü halini imajıyla kapadığı için faşizmi soymayıp yerine süslemiştir. Filmde yapılanlara hayranlıkla bakarken buluverebilir insan kendini ve bazen irkilmesi de muhtemeldir. Bu noktada hayatı süslememiş bir başka film koyulur, bir bakmışsınız The Night Porter’da yapılan estetize hayranlıkla karşılanırken sonra açılan Salo’da boyası yapılmamış aynı ev, bulantıya sebep olur. Sanki birinde sevgiliye atılan mektupta romantizm diğerinde argo kullanılmıştır. Peki romantizm de faşizmi beslememiş midir diye sorar insan? İçimdekini olduğu gibi kullanmadığım, ilişkilerimde bile estetize ettiğim yaşam tüm çıplaklığıyla gözümün önüne serilince bir bakmışım rahatsız olmuşum…


Estetize Edilmemiş Yaşam

Yönetmenliğini Pier Paolo Pasolini’nin yaptığı senaryosunun ise Roland Barthes, Maurice Blanchot gibi pek üstad isimler tarafından yazılan Salo Sodom’un 120 Günğ, Marquis De Sade’nin Sodom’un 120 Günü romanından uyarlanmıştır. 1944-1945 Kuzey İtalya Nazi işgali altındadır. Dante İlahi Komedya’nın uzantısı inferno yani “Cehenneme Giriş” olarak adlandırılan ilk bölümde Salo’da bir burjuvazi topluluğu zorla kadın ve erkekleri kaçırıp bir malikanede köle yaparlar. Bu insanlar, 120 gün boyunca Her türlü cinsel ilişkiden, dışkı yemeye, tasmayla sürünmeye ve artık ne verdiyseye kadar fiziksel, psikolojik işkence çeşitlerine maruz bırakılır. Bu arada burjuvaziye köle sağlayanlar da burjuvazinin her türlü doyuma ulaşması için belirli saatlerde cinsel hikayeler anlatırlar.

Pek çok okumaya açık ve okumaları da bolca yapılmış olan üç büyüklerin filminin burada analizini yapmaya kalkmak haddimiz değildir. Yapılması gereken kişilerin estetik ihtiyacını karşılamayan aksine kusturan bu filme sadece yakından bakmaktır.
Pasolini filminde estetikleştirilmiş bir insan hayatını görmek pek mümkün değildir. Aksine estetize edilmiş yaşamın kaynağı faşizmin estetize edilmeden gösterildiğine tanık oluruz. Faşizmin öğeleri bu şekilde anlatılarak sahte güzelliğinden estetize olmuş halinden arındırılabilir. Pasolini, bizi doyurucu anlatımlar gibi masalsı bir anlatım seçmez, görkemden uzak normal insanı olduğu gibi anlatır. Onun filmini izlerken insan duygusal ihtiyaçlarını gideremez aksine film her türlü ihtiyacını seyircisi üzerinde giderebilme özelliğine sahiptir. ”Canterburry Tales”de insan saf Ortaçağ insanıdır, cinsellik doğaldır. Yer içer uyur, sevişir. Olduğu gibidir; mitleştirilmez, masallaştırılmaz. Olanı tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Cinsellik tüketim haline gelmiştir. Hikaye anlatıcıları faşizmin ayakta durduğu mit anlatıcılarıdır ve bu mitler hiç de yüce mitler değildirler. Bu hikayeler sadece burjuvazinin boşalmasına yarayacaktır. Burjuvazi işkence peşinde her şeyi tüketmekte katıksız bir sadizmin hazzına varmaktadır. Buna benzer olarak burjuvazi Bunuel’in ellerinde boş boş yürüyen bir hiçlik olarak eleştirilmiştir;

“Savaşı unutma girişimi başladığında burjuvazi artık başını yastığın biraz da diğer ucuna dayayarak uyumak istiyordu, uykuya daldıktan sonra görmeyi umduğu en güzel düş ise , başının altındaki eski ve bildik yastığının yerine , bir yenisinin konulmuş olmasını hissetmekten ibaretti.”

Walter Benjamin - Estetize Edilmiş Yaşam


Bu durum Bunuel’in “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”ndeki burjuva tasviridir. Onun rüya içerisinde rüya gören ve sürekli yemek yemeye çalışan, boş boş yürüyen burjuvazi eleştirisi Salo’da sadist burjuvazi eleştirisine ve faşizmi taşlamaya dönüşür. İnsan tüketimin nesnesidir, köpeğidir. Toplumu da artık sadizmden çıkıp mazoşizme kendini bırakmıştır. Her hafta aynı saatte aynı programı seyretmek, denenmek ve aynı şeyleri almak üzere günlerin köpüğü durumundan günlerin köpeği haline gelmiştir. Burjuvazi de kölelerine “Salo”da tasma takar ve köpekleştirir. Ancak burada izlediğimiz insanın hayvanlaştırılmasından çok, gayet yüzeysel bir bakış atttığımızda, insanın eşya haline getirilmesi ve burjuvazinin kendi ölümünü onlar üzerinden üretmesidir. Modanın rivayeti kendi ölümüne üreterek yaşamaksa efendinin ölümü de buna bağlı olarak yaşar.

“Homo oeconomicus’un otopsisi- Bu bir masaldır: ‘Bir varmış, bir yokmuş bir zamanlar Kıtlık içinde yaşayan bir adam varmış. Birçok serüvenden ve Ekonomi Biliminde uzun bir yolculuktan sonra adam Bolluk toplumuyla karşılaşmış.Birbirleriyle evlenmişler ve bir sürü gereksinimleri olmuş.Homo oeconimicus’un güzelliği diyordu A.N Whitehead, aradığını tam olarak bilmemizdi.”

(Jean Baudrillard, Bir Tüketim Kuramı Üzerine ,Cogito Dergisi ,Dünya Büyük Bir Mağaza,Yapı Kredi Yayınları,Yaz 95,İstanbul,s89)


Aradığını tam olarak bilmeyen kendini bulamazmış. Dili törpülenmiş, başkasının üzerinden kendini tanımlamaya başlamış, hatta bir şeylere sığınma ihtiyacı duyup farketmeden sadist ve mazoşist olmuş. Kendinden kaçarken başkasına ihtiyaç duymuş, kendini onun üzerinden tanımlamış: efendi ya da köle diye…


Bu sefer iki film için açılan şarkı Yndi Halda – “Illuminate My Heart, My Darling”di. Ne gerek vardı bunu belirtmeye, çünkü hissetmek lazımdı. Yaşam o kadar suni ve estetize olurken hissetmek o kadar unutulmuş, erken kalkmak mecburiyet olmuş. Yağmurda saçım bozulmasın diye ıslanmayı o kadar unuttuk ki pencerenin dışında bize ait olmayan bir yere, karşı kapının önüne yağdı. Ve nihayetinde şarkının kendisi o kadar güzel gözüküyor ve o kadar acı verici ki aynı anda hem kendine çekiyor hem de bulantı yaratabiliyor aydınlanmayı arzularken…

Özge ÖNDEŞ

Kaynak: http://www.sinemadefteri.com/2008/12/gece-bekcisinin-12o-gunu/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder