"Dünya başka bir dünya gibiydi. Uysallaştırılmış, zincire vurulmuş bir canavara bakmaya çalışmıştık, oysa orada gördüğümüz, canavarca ama özgür bir şeydi. Dünya dışında bir şeydi, insanlar da, hayır, insanlık dışı değildiler. En kötüsü de buydu anlıyor musunuz? İnsanlık dışı olmadıkları kuşkusu... Ağır ağır çöküyordu bu duygu insanın üstüne... Çığlıklar atıyorlar, sıçrıyor, oldukları yerde dönüyor, yüzlerini korkunçlaştırıyorlardı; ama insanı heyecanlandıran, insanlıklarını- sizinki gibi olan insanlıklarını- ve bu çılgın, coşkun kalabalıkla olan uzak akrabalığını düşünmekti. Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yüreğin varsa, o gürültünün korkunç sıcaklığının, içinde ufacık da olsa bir tepki yarattığını kabullenir; senin- ilk çağların gecesini böylesine uzak olan senin-kavrayabileceğin bir anlamı olduğundan uzakta uzağa kuşkulanabilirdin."
James Conrad - Karanlığın Yüreği
İnsan, kendini bulmak için bilinmeyen topraklara doğru yönelip iyi yönünü keşfetmeye doğru ilerlerken aynada yansıyan arkasındaki canavarda görmek istemediği karanlık tarafıyla karşılaştığında şok olur. İdinde ya da ininde gördüğü H.P Lovecraft’ın The Outsider'ındaki yabancısı kendisi olan ötekisiyle özdeşleşene kadar... Köküne kadar İngiliz Viktoryen etiğinin baskılarının getirdiği korku yansımalarından tutup Dr Jeckyl’lı Mr Hyde'a uzanmak mümkündür bazen kişinin iyi ve baskılanmış kötüsüne daha yakından bakmak için... Frankestein, Dracula gibi pek çok kötü söz dinlemeyen oğul, İkarus'un idinde saklıdır. Sanayinin devriminden ekonomik bunalıma uzandıktan sonra insan, karanlığın yüreğindeki doğanın bilinmeyenine bakar ve o arada King Kong'la karşılaşır. Ve Goya buyurur: “Us uyuduğu zaman ucubeler ve canavarlar yaratır.”
Işıklar kapansın, karanlıkta av başlasın...
Yağmurlu bir cuma gecesinin vazgeçilmez klasiği kişiselde yorgan altı patlamış mısırın eşlik ettiği bir korku filmi olmuştur. Parmaklar bir dvd arayışına yönelir ve aralarından daha önce ismi bile yine kişiselde duyulmamış bir film seçilir. O mehtaplı gecelerde korku filmleriyle yüzleşmenin bir başka rahatsız seyri gerçekleşir; The Descent...
Türkçeye tuhaf çevirimi “Cehenneme Bir Adım” olan The Descent, deliliğin dağlarından karanlığı yüreğine düşen bir kadının hikâyesine sürükler. İngiliz Sinema Yazarları Birliği tarafından “Yılın En İyi Korku Filmi” olarak seçilen Neil Marshall'ın yazıp yönettiği 2005 yapımı filmin daha başında Sarah (Shauna Macdonald), kocasını ve kızını kendinin de içinde bulunduğu bir trafik kazasında kaybeder. Ardından hastanede uyanır ve yataktan kalkarak uzun ve kimsesiz koridorda koşar. Sarah, koştukça arkasında bıraktığı her ışık bölmesi kapanır. Film de aslında burada başlar. Üzerinden yıl geçmesiyle Sarah ve beraberindeki beş kişi ki bunlardan biri de Sarah'ın kocasıyla ilişki yaşadığını başta kondurmak istemediğimiz Juno (Natalie Mendoza) olmak üzere mağara inişi yapmak için dağları aşarlar. Juno tarafından seçilen kel alaka bir mağarada çıkış yollarının kapanmasıyla çaresiz nereye gittiklerini bilmeden ilerlerler. Ancak klasik olarak yalnız değillerdir. Kızlarımız, Yüzüklerin Efendisi'ndeki orklarla Gollum arası bir görünüme sahip, seyrederken “it kopuk” olarak adlandırılabilecek “Crawlers” denen insan sürüngenlerle av ve avcı savaşının ortasına düşerler.
Bir garip avcı: “Crawler”
Bir varmış bir yokmuş; bir zamanlar “Neandertaller”le “Homo Sapien”ler varmış. “Homo Sapien”ler kafataslarındaki çıkıntı ve ileri görüşlülükleri sayesinde ilerlerken Neandertaller yok olmuşlar. Böyle bir eskiye dönüşü anımsatan filmde mağaralarda binlerce yıl yaşayıp buna göre evrimleşen, yarasa gibi format yiyen yaratıklarla karşılaşıyoruz. Kör, insanımsı bu it kopuk yamyamlar gore telinden çalıyor. Bu vahşilik içinde Sarah'ın da içindeki hayvan uyanarak avken avcıya dönüşmeye başlıyor. Biz de yıllardır uygarlık ve yabanıllığın kesiştiği hikâyelerden başlayarak bir kadının zihninin yarattığı bilgisayar oyunu gibi bir ortama düşüyoruz. Bu it ve kopuk sürüsünün, patriyarkanın muhafazakârlığıyla kadının düşmanı gibi okunması gibi pek çok okumayı es geçerek denilebilir ki film; bir korku filminin izleyiciyi rahatsız etmesi, germesi gibi tüm işlevlerini yerine getiriyor. Yaşadığı travmadan sonra yeniden doğması gereken Sarah, kendi içinde savaş veriyor gibi gözüküyor. “Bu kadın başında öldü mü yoksa kafayı mı sıyırdı, yoksa yoksa...” diye filmde bir kuşkudur alıp başını giderken zihni insanla oyun oynamaya devam ediyor. Diğerleri sapır sapır dökülürken Juno ile Sarah bu ilkel insanımsı yaratıklarla savaşmaya başlıyor. Tabii daha sonrasında kızlarımızı kendi aralarında da ağır bir hesaplaşmayla “kadını kadının kurdu” olarak görüyoruz. Filmde Sarah, kan gölünden çıkarken Apocalypse Now'dan Benjamin'in mezuniyet psikopatı Carrie (Carrie) ve gönüllerin avcısı Ripley'le (Alien Serisi) karıştırılmış bir resmi olarak yeniden doğuyor. Korku filmlerinde tünel ve mağara kültürünün rahim olarak algılanması da tabii bu doğum olayına tuz biber olabiliyor.
Level 4: Doğum günüm bana geldiğin gündür...
Sarah'ın zihni, uyku duvarının ötesine geçerek deliliğin dağlarında gezinirken kendi karanlık tarafına da hoş gelmiş bulunuyor. Filmde arada gördüğümüz, kızının uzattığı “doğum günüm bana geldiğin gündür” türevindeki beş mumlu (Sarah'sız beş kız ) ve altı mumlu (altı kız kupa full) pasta da zihnine “yeniden doğum” uyarısı yolluyor. Sağ gösterip sol vuran bir finale ilerleyene kadar klostrofobi seyredenin yakasını bir türlü bırakmıyor. Sarah'ın aklı uyurken deliliğe doğru ilerleriyor ve canavarlar yaratıyor. “Bütün bu olanları sen hastanede zihnindekilerle hesaplaşırken yarattın” diyor insan ki enteresan bir şekilde filmin ikincisi taze taze piyasaya sürülüyor. Sarah artı bir sürprizle ikinci filmde yine karşımıza çıkıyor. İzlemek lazım ki yorum yapmak yanlış olur dedirtiyor. Ama o da ne yoksa Sarah'ın dediği gibi zihnin senle yeniden bir oyun mu oynuyor, kaç canını kaldı... Doğa uygarlığın bilinçaltıysa karanlığın yüreğine akan insan, oraya inerken kendi kıyametini yaratıyor. O zaman yazının bittiği yerde, kıyametin geldiği anda Sarah, Juno’ya sesleniyor, The Apocalypse Now'ın derinliklerinden The Doors’tan geliyor... “ This is the end, Beautiful friend. This is the end. My only friend, the end.”
Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi33/sinema/descent.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder