3 Kasım 2010 Çarşamba

Köpek ve Kumandanın Güncesi 1. Gün

Fonda IAMX çalıyor ama ben gözlerimi kapatamıyorum…

Dikkat bu yazı yüksek miktarda IAMX – Think of England içermektedir. Think of England açmadan okunması tavsiye edilmez.

Ne kadar edebi olunur ki diyebiliyor insan kendi kendine… Biraz önce yan odadan aldığınız bir haber, fonda çalan Think of England. Resmi kafamda canlandıramıyorum. Hayatıma fon olan Charlotte Sometimes’ta geçtiği gibi bütün yüzler ve sesler bulanıklaşıyor. Kafamı yukarı kalırdığımda Red House Painters tavanından kırmızı damlalar dökülüyor. Gökyüzünün kıpkırmızı olması ve yağmurun kırmızı yağması gibi… Yer mavi, gök kırmızı oluyor.

Geldik o malum şarkıya arkadaşlar!

Anemi, dumansız sigarayla bir köpeğe seslenirken sizin başkalarına anlattığınız öyküleri, kendileri yazmış gibi bir net sayfasında yazıyor. Birlikte yazdığınız masalı kendi yazmış gibi yayınlıyor ya da utanmadan sizin ona ithaf ettiğiniz hikayeyi ‘San Petersburglu Hala’ gibi bir başlık altında kendi yazmış gibi davranıyor. ‘Ben çaldım mı hiç’ diye düşünüyorum, başkasının anısını çaldım mı; çaldıysam özür diliyorum. Kendimi bilmemişim… Ama bak, sen ne yapmışsın, kendine ait bir anın olmamış, kendine ait bir dakikan, elbisen, yaratıcılığın bile olmamış. Sanıyorum seni kafamda canlandıramıyorum. Öyle oradan buradan çalmışsın ki, başkalarının hayatlarını istemişsin görüntünü hatırlayamıyorum. Başta eser sahibi olarak sinirleniyorsun; “Köpek o yazdığını sana ben anlattım, ben yazdım” diyebiliyorsun, bir garip garabet meleği gibi oluyorsun. Kendi kendine “Ne saçmalıyorsun” diyorsun… Kolunu kaldırıp kumandayı almaya bile niyetin yok. Kumanda sana bakıyor sanki.. O bir eşya da olsa çağın hastalıklı nesneleştirilen canlısı olarak kumanda sana basıyor ve sana oynatıyor gibi… Başta ben olan artık sen oluyorsun. Senin mecalin yok ona parmağınla dokunmaya… Kumanda basıyor, sen oynamaya başlıyorsun. Bu isteksizliğinle seni oynatıyor. Kafkaesk bir böcek olarak uyanmıyorsun ya da Umut Sarıkaya’nın deyimiyle sabah kalktığında Kıvanç Tatlıtuğ dönüşümü yaşamıyorsun. Sen bambaşka bir şeye dönüşmüşsün haberin yok… Yaklaşıp içine Malum Dr. Jeckyl ve Mr.Hyde kumanda giriyor ya da Cronenberg filminden çıkmış gibi ruhumda dolanıyor. Sana uzanmasaydım senin o tuşuna basmasaydım sen de bu hissettiklerimi duymayacaktın. Sen kimsin, onu da bilmiyorum ya da Mogwai’nin “I Know Who You Are But What Am I” moduna girebiliyorum.


Ne kadar edebi olunur ki diye sesleniyorum sana kumanda… Jane Austen, seninle karşı karşıya gelse ne yapardı; ben gurur yaptım, sana uzanmadım, sana yetişemedim ya da uğraşmadım. Sen koltuğun üzerinde dururken nerede olduğunu bile bilemedim. Şimdi seni alıp kendi kendime doğrultmak istiyorum. Bu müziği sustur, çeneni sustur, seni, beni, onu ve her şeyi sustur… Test yayını yapıyorum kendi kendime… Sen benimleyken, içimde sinsi sinsi dolanırken Sirkeci Tren Garı ya da Haydarpaşa Garı’nda olabiliyorum. Think of England çalıyor, gözlerim bağlı tren raylarında koşuyorum. Ey dünyanın en gerzek icadı olan kumanda, neden herkes için bu kadar önemlisi, neden bir televizyon üstü dantelden daha gerçekmişsin gibi yapıyorsun.

Son Gölge Kuklası

Yıllardan 2046, herkes bir sabah uyandığında kumanda olarak uyanıyor. İplerini elimde tutarken eğleniyorum, iplerim senin elindeyken aciz olduğumu kabul etmiyorum. Dönüp sırtımı uyuyorum. Sana o kadar uzağım ve yakınım ki kafamda senin resmini bile çizemiyorum, seni duyamıyorum.

Think of England çalıyor, gözlerim bağlı tren raylarına uzanıyorum. Bir tuşla trenin içinde olsaydım ve sana çarpsaydım, güvende olur muydum… Küçüklüğümde yumuşak görüp Barbie bebeğimin ayaklarını yemiştim, kumandanın tuşlarına bakıyorum şimdi; o kadar bütün isteklerimi aldırmışım ki kemirmek bile içimden gelmiyor. Müslüm Gürses’ten Nilüfer şarkısını söylüyorum sana, “sensiz ömrüm olsun” diye inliyorum. Chloe’nin içinde büyüyen nilüfer gibi acı… Dışarıda yağmur yağıyor, elbisemin altında bir şey hareket ediyor. Karnım büyüyor ve Videodrome misali bir Beta Band değil kumanda çıkıyor; Alien gibi karnımı delip geçiyor. Koltuğun üzerinde yeniden doğuyorsun ama ne doğum… Seni besleyip büyütmek istemiyorum, hatta nefret ediyorum senden… Seni bir sokakta tek başına bırakıyorum kumanda! Gözlerim bağlı, Think of England dinliyorum ve bütün sokakta rüzgarla birlikte bu şarkı inliyor ve hatta esiyor. Sen bir arnavut kaldırımının üzerinde kalıyorsun kumanda! Aç ve susuz… Seni sahiplenecek birini bulursun, dert etmemelisin. Azıcık üşüyeceksin o kadar… Sahiplenilmeyi o kadar arzu ediyorsun ki, aslına dönmelisin. Sen bir nesnesin ve öyle olmalısın… Başkalarının hayatlarını kontrol etmeye çabalamamalısın, başkaları da sana bağlanmamalı ama işte gerçek olmayanın gerçekmiş gibi yaptığı dünyada gerçekliğe hoş geldin ama ben seni terk ediyorum… Kırmızı gökyüzü sana ağlamasın, tersine yürümesin merdivenler, tavandan sarkmasın düşüncelerim…

Gözlerini Aç!

Dışarıda yağmur yağıyor, seni terk ettiğim o sokağa dönmemeye ant içtim. Duvarlara “Think of England” çarpıyor, yastığımın kapatmadığı diğer kulağımda yankılanıyor. “Ne yapıyorsun” diye düşünüyorum, merak ediyorum bir an, ama aslında seni ben doğurmadım, seni sen yapan ben değilim, sana verdiğim değerle birlikte kanalizasyona dökülüyorsun. Günlerin köpüğü misali yağmurun altında eridiğini düşünüyorum, zaten güzel değildin, ama daha da çirkinleşiyorsun. Son olarak köpek, yastığıma kafamı koyduğumda “Think of England” çalıyor ama ben gözlerimi kapatamıyorum, sadece bu geceliğine seni düşünüp bendeki ölümün bir başkasının uyanışı olmasın diye karşımdaki boşluğa yalvarıyorum. Son kez sokağa beş kat yukarıdan attığım televizyonun üzerine kırmızı damlalar düşüyor. İyi geceler köpek; sen üşüyorsun, ben yastığımda karıncalanıyorum, kayboluyorum…

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/10/iamx/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder