Parliament Sinema Kulübü Sunar…
Bir zamanlar küçük bir çocuk vardı. En sevdiği şeylerden biri kendi yaşıtları için artık klasikleşmiş olan Parliament Sinema Kulübü’nü iki eli yanağında seyretmekti. Bu sinema kuşağının zamanla büyüttüğü o takipçiyi etkileyen pek çok film oldu; Esaretin Bedeli’nden Kasabanın Cadıları’na, Batman’den Kızarmış Yeşil Domatesler’e kadar neredeyse yayınlanan çoğu filme “vaov” demekteydi. Bir gün eline bir keski alıp posterin altından duvarı oymak isterken diğer gün hiçbirimizin hatırlamak istemeyeceği Cher saçına benzetmeye çalıştığı saçlarıyla “cadı olmak, muhteşem bir şey yeaa” diyebiliyordu. Günlerden bir gün, pazar oldu ve o zamanlar bu satırlarda tekrar anılmaya başlandı…
29 Ekim 1995
“The Shawshank Redemption”, Parliament Sinema Kulübü’nde yayınlanır…
“Dünya başka bir dünya gibiydi. Uysallaştırılmış, zincire vurulmuş bir canavara bakmaya çalışmıştık, oysa orada gördüğümüz, canavarca ama özgür bir şeydi. Dünya dışında bir şeydi, insanlar da, hayır, insanlık dışı değildiler. En kötüsü de buydu anlıyor musunuz? İnsanlık dışı olmadıkları kuşkusu… Ağır ağır çöküyordu bu duygu insanın üstüne… Çığlıklar atıyorlar, sıçrıyor, oldukları yerde dönüyor, yüzlerini korkunçlaştırıyorlardı; ama insanı heyecanlandıran, insanlıklarını- sizinki gibi olan insanlıklarını- ve bu çılgın, coşkun kalabalıkla olan uzak akrabalığını düşünmekti. Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yüreğin varsa, o gürültünün korkunç sıcaklığının, içinde ufacık da olsa bir tepki yarattığını kabullenir; senin- ilk çağların gecesini böylesine uzak olan senin-kavrayabileceğin bir anlamı olduğundan uzakta uzağa kuşkulanabilirdin.”
James Conrad – Karanlığın Yüreği
Başarılı bir bankacı olan Andy Dufresne (Tim Robbins) karısını öldürmek suçuyla itham edilerek Shawshank hapishanesine yollanır. Gün gelir, hapiste “Kızkardeşler” gibi pek çok belayla uğraşan Andy’nin hayata tutunması, evliya sabrı oradaki herkesi ve sinema severleri etkiler. Andy’e gerekli olan bir Rita Hayworth ve bir de keskidir. Kuşkusuz Andy dışında seyreyleyenin gönlüne ömrünün neredeyse çoğunu içeride geçirmiş “Red” Redding (Morgan Freeman) ve Brooks (James Whitmore) de işler. Frank Darabont’un yönetmenliğini yaptığı The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli), 1995 yılında En iyi Film için Oscar’a aday olur. Bir tüy uçar ve o yıl akademinin ödülü “bu konuda anlatmak istediklerim bu kadar” diye tekrarlayan bir bank beyefendisine gider.
Ne zaman bir eserinin sinemaya uyarlandığını görsem bir çeşit bağımlılık etkisi yaratan Stephen King’in “Rita Hayworth and the Shawshank Redemption” öyküsünden uyarlanan film, 7’den 70’e çoğu izleyicinin gönlünde taht kurmuştur. Monte Cristo Kontu’nun Ramiz Dayısı gibi karanlığın yüreğini kazmıştır. Bu kazınma “bu kadar özgür olup da esaret altında bu kadar olan başka bir çağ var mı” dedirten çağımızın insanlarının içine işledi. Dünya bir hapishaneydi ve biz onu kazmaya çalışıp “Pasifiğin Hafızası”nın olmadığı bir yere düşmeye çalışıyorduk. Andy, kendi belleğimize hapsolmuş bireyler olarak büyük gökdelenler ve sıkıştırılmış binalar arasında uçsuz bucaksız bir deniz ve sade bir hayat özlemine düşen her birimizin bir tarafına dokundu.
Kişinin işlemediği bir suç yüzünden esaret altında kalması sadece dört duvara kapatılmasını gerektirmez. Biz de bir suç işledik mi bilmiyorum ki bu kadar özgürken esaret altında, bir nesneye veya bir kişiye ya da herhangi bir şeye bağımlı üçüncü türden bir cins olduk. Brooks misali bazen “şeyler”e bağımlı dış dünya da esaret altındadır. “Brooks was here” yazısı gibi bir yazıyı çakıyla kazımamak için kişiler bir keski alıp etraflarına örülmüş istemsiz duvarı aşmaya çalışır. Pantolonundaki taşları kendi bahçesine boşaltır, içine atar. Rita, Raquel ya da Marilyn gibi kendine bir de kılıf bulur. Bazen insanı çevreleyen ona mezar olan hapishanesi dört duvarına posterler yapıştırır. Kişinin elinde olmayan nedenlerden kaynaklanan kendi esaretinin ızdırabı hepsinden beterdir. Dışarı çıktığında çok karanlık bir yerden dışarı çıkmış gibi sendelersin. Dışarı çıkmadan da yaşlandığını görüp kendi gençliğinde yapamadığın, ya da kendi gençliğini gördüğün birine ön ayak olmak istersin. Hiç beklemediğin bir anda yok olur gider, aynı gençliğin gibi…
Müzik açarsın ki pencereden dışarı çıksın. Yalnız dinlememek için, paylaşmak için ya da hayatında o kadar güzel bir şarkı dinlemeyenler için, nihayetinde ona yaşadığını hissettirmek için… Duvar delinmiş tünel açılmaya başlamış, vazgeçmemek şart olmuş, bunun adı da umut konmuş. Değişimin zamanı geldiğini anladığında insanlar ne giydiğine bile dikkat etmemiş, alıştıkları gibi beklemişler senden her şeyi… Seninse kendine saygın ve inancın tek gücün olmuş. Öte yanda ezbere söylediğin şeylere inanmamaya başlamış ve boşvermişsin ama yıllardır kullandığın kendi tuvaletinden başka yere işeyememişsin, hatta kendi deneyiminle o işi izin almadan bile yapamaz hale gelmişsin. sonra bir yolculuğa çıkıp bir ağacın altında elini taşın altına sokmaya karar vermişsin. Deniz kenarında seni bekleyen huzurlu kumsala ve en iyi arkadaşına kavuşmuşsun, kendine… Redd ve Andy uzlete çekilmeyi seçer, Brooks ise vazgeçmeyi. Çağın bu yüksek yapılarından atlamak ya da kaçmayı seçer gibi; hepimizin isteğini Andy bir sahilde gerçekleştirir ve derler ki; “pasifiğin hafızası yoktur”.
Brooks, Being There’deki Chauncey Gardiner gibi ana rahmi misali ininden çıkınca afallar ve geri dönmek ister. Chauncey’den farklıdır nihayetinde deneyimi… Belki de Andy, Redd ya da Tommy’den izleyen kişileri çok daha fazla etkilemiştir “Brooks was here”… Alıştığı yer, kişi ya da durumdan kopamayan Brooks direnememiş, Andy ise uçsuz bucaksız Pasifik’te yeniden doğumunu gerçekleştirir. Bir sandal, bir kumsal ve masmavi denizde eski bir dosta kucak acar, Redd’e ya da kendine… Biz de bakakalırız belki de hakikatten çekilecek bir uzlet yoktur artık çağımızda ya da Andy gibi umut var olduğu sürece her şey mümkündür, kim bilir belki uzlet bile…
Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/10/parliament-sinema-kulubu/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder