29 Kasım 2011 Salı

Once Upon A Time Playlist


Stereogun'daki Kasım Playlistimden Sırasız Mix (Bunun hiç sırası değil)

01. Niyaz- Love Song
02. Asphalt Ribbons- Rosemarie
03. Band of Horses- No One’s Gonna Love You
04. The Durutti Column- How Unbelievble
05. The Raveonettes- Heart of Stone
06. Unbelievable Truth- Setle Down
07. Ida Shrug
08. Trembling Blue Stars- idyllwild
09. Stil Corners- French Kiss
10. I Might Be Wrong- Salomon
11. The Rolling Stones – Sympathy For The Devil
12. Antimatter-Conspire
13. Merz- Postcard From A Dark Star
14. Slowdive- 40 Days
15. Kim Novak- Some Photographs
16. The Engine Room – A Perfect Lie
17. Peter Bradley- Darkening Sky
&
01- Carissa's Wierd –Sofisticated Fuck Princess Please Leave Me Alone
02- Cary Brother’s -Ride
03- Florence & The Machine- No Light, No Light
04- Ian Brown- In the Year 2525
05- Lana Del Rey- Blue Jeans
06- Lykke Li- I Follow The Rivers
07- Nick Cave & Neko Case- She’s Not There
08- Turin Brakes- Dark On Fire
09- Richard Ashcroft- Keys To The World
10- S.- Wait
11- The Organ- Love Love Love acoustic
12- Bob Seger- Turn The Page
13- Feist- The Circle Married The Line
14- In The Woods- If It’s In You
15- Damien Rice- 9 Crimes
16- Massive Attack- Black Milk

&

01- Blake Neely- Believe
02- Carissa’s Weird- So You Wanna Be Superhero
03- Editors-Feel Good Inc.
04- IAMX- Your Joy Is My Love
05- Jace Everett- Bad Things
06- Joseph Arthur- My Home Is Your Head
07- Nick Cave & Anita Lane- Bedazzled
08- The M’s Come In To Our Room
09- Turin Brakes- Dark On Fire
10- Richard Ashcroft- Break The Night With Colour
11- Rock Kils Kid- I Turn My Camera On
12- Red House Painters- Dragonflies
13- Siva.- Spies In The Trees
14- Alpha- Firefly
15- Florence and The Machine- Cosmic Love acoustic
16- Lana Del Rey- Video Games

playlist bu Aytac Ozge

Patrick Jane'i Beklerken



Criminal Minds, hmm...
Pek bir hastası olduğum The Mentalist ile Supernatural'ın yeni bölümlerini beklerken tanıştım Criminal Minds ile. Alışmadığınız bir yerde duramazsınız ve aileniz gibi olan Patrick Jane ve Dean Winchester ile birlikte vakit geçirmek istersiniz, işte Criminal Minds'ın ilk birkaç bölümünde böyle bir uzaktım, diğer dizi bölümlerini beklerken beni oyalasın diye açtım ve olan olmuş bulundu.



Criminal Minds BAU ekibi bu sefer ailem gibi olmaya başladı. Morgan, Hotchner, Gideon sonra Rossi, Penelope, Prentiss ve en favori iki karakterim Dr Spencer Reid ile Jennifer "JJ" Jareau... Diziyi izledikçe izlemek istiyor ve yine başka bir şeyle ilgilenesi gelmiyor insanın... Özellikle doktor ünvanı konusunda çok hassas olan Reid'in pek aşmış zekası ile Jennifer Jareau'nun pek güzel resmedilmiş karakteri kendileriyle ilgili alışkanlık yaratabiliyor. Red John karmaşası içinde The Mentalist'le ilgili tüm bekleyişlerinizi bile bir an için unutturabiliyor. "100" adlı bölüm ve neredeyse her sezon finalinin gönüllere taht kurmasıdır bu dizi; başında ve sonunda söylenen sözlerin bütüne hakim olması ve sırıtmamasıdır.


Bu konuyla ilgili daha sonra yapılacak açıklamayla birlikte şimdilik söylemek istediklerim bu kadar.
edit büdüt: son sezonda bazı isimler dışında ailenin tekrar birarada olması annesi babası kavga etmiş çocuğun barıştıklarında sevinmesi gibi bir sevinç yaratabilir. abartmayalım, öyle bir şey...

13 Haziran 2011 Pazartesi

Sıvalı Bir Aile Albümü: The Ice Storm



“Fantastik dörtlü bir aile gibidir, diğer süper kahramanlardan farkı da budur; ne kadar güçlenirlerse fark etmeden birbirlerine verecekleri zarar o kadar artar. Aileniz sizin karşıt maddenizdir. Bu bir paradokstur. Siz ne kadar yakınlaşırsanız içine düşeceğiniz boşluk da o kadar derinleşir.”
“Buz Fırtınası”ndan önce Paul Hood…
***
Yönetmen Ang Lee, “Brokeback Mountain”, “Xi yan” (The Wedding Banquet), “Wo hu cang long” (Crouching Tiger, Hidden Dragon), “Taking Woodstock” gibi pek çok filminde aile kavramına bir ya da birçok yerden temas eder. Bir de tüm bu filmlerin dışında bir yerde duran bir film vardır ki buz gibi bir tokat etkisi altında sersemleten bir başyapıttır. 1997 yapımı “The Ice Storm”la (Buz Fırtınası) Ang Lee, Amerika’da Nixon-Watergate skandalı döneminde geçen bir hikâyesiyle aile kavramındaki ve etrafınızdaki bütün buzları kırar.

Rick Moody’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmin oyuncu kadrosunda Kevin Kline (Ben Hood), Joan Allen (Elena Hood), Sigourney Weaver (Janey Carver), Tobey Maguire (Paul Hood), Christina Ricci (Wendy Hood) ve Elijah Wood (Mikey Carver) yer alır. Amerika Watergate Skandalı ile çalkalanırken Hood ve Carver ailelerinin hikâyesini anlatan film, bir planındaki kapta kırılan buzlar gibi bir çatırdamanın az ilerisinde bir fırtınadır. Sanki aile fotoğrafları birbirine karışmış iki ailenin fotoğraf albümlerine baktırır. Bir resimden diğerine geçerken ortada acı çeken ruhların resimleri, kare kare sinema perdesine aktarılmıştır.

Albüm başta bildiğimiz aile portreleriyle açılır, ilk başta öylece bakarsınız. Sonra gördüğünüz resimlerin bir kenarı yukarı kalkmış gibidir. O resmin yukarı kalkan kenarından tutup kaldırdığınızda filmin diğer bir sahnesi sayesinde altındaki gerçek mutsuz yüzleri görürsünüz. Bazı sahneler, sekanslar altta kalmış yamalı resimler sizi
Daha sonra çekilen Sam Mendes filmi “American Beauty”, “The Ice Storm”la bolca karşılaştırılsa da Ang Lee’nin buz fırtınası öncesinde değil, filmin sonunda bir sessizlik yaşanır. Janey Carver misali gözleriniz kaskatı kesilmiş şekilde kamera yerine film perdesine bakar, buzun ne kadar yakıcı olduğunu hatırlarsınız. Soğuk geçer ve filmde söylenildiği üzere molekülleriniz harekete geçer. Ang Lee’nin başyapıtı The Ice Storm, ışıklar sönükken nereden geleceğini bilemediğiniz bir tokat gibidir. Bu noktada siz, bir aile albümündeki sayfaları çevirirken parmaklarınızla diğer sayfayı açar gibi gözükseniz de bir buz pistinin en zayıf yerinde oturursunuz; film size dokunur.
Aytaç Özge

80’lerde ve 90’larda Tek Çocuk Olmak: I. Televizyon Dizileri Dönemi

80’ler, birçok moda akımının, müzik akımının ve anlam verilemeyen akımların dönemi olarak günümüzde de pek çok gencin hafızalarında yer almaktadır. 80’lerde doğup bu dönemin nimetlerinden 80 sonu ve 90’larda televizyonla faydalanan çocuklar, adam olacak yaşta olsun, TRT ve Star’ın verdiği pek çok diziyle büyüdü. Hele ki tek çocuk olan apartmancı VHS ve Beta çocukları, dizi ve çizgi film karakterlerini aile bireyleri yerine koyabilmişti. “Clementine” adlı kendini bilmez baloncu kız uğruna kaç küçük kızın Malmoth denen yanar döner kişiye savaş açtığını bilirim. Bazen zor durumda kaldığımızda yapacağımız ilk şey de A Takımı’nı çağırmaktı. Sonuç olarak Victor Newman’ın bize verdiği “yaz kızım” yetkisine dayanarak çocukluğumuza damgasını vuranlar için bu yazı dizimizin sizleri o günlere götürmesi adına kısa bir tura çıkartalım.

“V”, yani ülkemizde “Visitors” olarak da bilinen dizi, 1984 ile 1985 yılları arasında çekilmiş daha sonra 2009’da tekrar uyarlanarak gönüllerimizde taht kurmuş bir fantastik bilimkurgu dizisi. İçine kertenkele kaçmış uzaylılar, dünyada ip atlayıp su kaynaklarına sarkıyorlardı. İnsan görünümündeki uzaylılardan kuşkusuz en çok ilgi çekeni Jane Budler’ın canlandırdığı Diana’ydı. V, “Alacakaranlık Kuşağı” gibi TRT’nin saatlerimizi diziye ayarlama enstitüsü olarak hizmet verdiği dönemlerde pek çok çocuğun rüyalarına giren bir diziydi.

Charles In Charge (Charles İş Başında), 1984’te başlayan 1990’a kadar süren Charles’ın öğrencilik yaparken Powell ailesindeki bakıcılık serüvenini anlatır. Kuşkusuz Scott Baio tarafından canlandırılan Charles’ın evin çocuklarının sorunlarıyla ilgilenmesinin yanında daha da eğlenceli olan safça arkadaşı Willie Aames tarafından canlandırılan Buddy Lembeck’in varlığıydı. Charles’ın evin dert babası ve annesi gibi olmasının yanında Buddy’nin her seferinde Charles’a akıl danışması ve yanlış anlaması da tadından yenmeyen anlar arasında yer aldı. Charles, o dönem televizyon karşısında çocukların da bir nevi bakıcısı gibiydi ve aslında iş başındadan öte her daim yardıma koşan, şarjdaki bir evin abisi gibiydi.

O zamanki tabirle Bayan Topesto’nun (Agnes DiPesto) Mavi Ay Dedektiflik Bürosu açılışına sahip destan niteliğindeki telefon konuşması kulaklarda çınlayadursun yıllarca Bruce Willis’i seslendiren Alev Sezer’i de anmak gerek. Tüm bunların yanında pek çok unsur, kuşkusuz Moonlighting (Mavi Ay) saygı duruşuna geçmemizi sağladı. 1985 ile 1989 yılları arasında çekilmiş olan Moonlighting, Cybill Shephard’ın canlandırdığı Maddie Hayes ve Bruce Willis’in oynadığı David Addison Jr. karakteri arasındaki çekişme ve dedektiflik olayları üzerine kuruluydu. İkilinin sevgili olmasını hayal ettiğimiz, bir yaklaşıp bir uzaklaştıkları zamanlarda bile saçma sapan davalar üzerine yaptıkları çalışmalar, Addison’un karizması Mavi Ay’ı unutulmaz hale getirdi.

“MacGyver” adlı dizi Richard Dean Anderson tarafından canlandırılan MacGyver’ın maceralarını anlatan 1985 ve 1992 yılları arasında hüküm sürmüş bir diziydi. MacGyver; markette, evde, dağda ve bahçede ne bulursa onlardan silah ve benzeri işine ne yararsa yapan origamici teyze modelinde bir ajandı. Günlerden bir gün kafamdaki firketeyi televizyona sokarak bir nevi anten görevi görmesiyle kendimi MacGyver gibi hissetmiştim; “anne ben MacGyver oldum” dediğimde “yavrum o nedir” diye de bir cevap almıştım. Kişisel alanda bu anı dışında denilebilir ki MacGyver, bir döneme damgasını vurmuş hamarat bir diziydi.

Perfect Strangers (Muhteşem İkili), 1986 ile 1993 yılları arasında çekilmiş, kuzenler Larry ve Balki’nin maceralarını eğlenceli bir şekilde harmanlayan dönem dizilerindendi. Kırsal kesimin naifliğiyle gelen Balki’nin saflığı ve dürüstüğü karşısında deliren şehir insanı Larry’nin arada derede birlikte yaptığı mutluluk dansı, dizinin unutulmazlarından biriydi. Küçük bir çocuk olarak ekran karşısında saçma bir şekilde mutluluk dansı yapmaya çalıştığımı çok hatırlarım, hatırlayamadığım ve hatırlamak istemediğim ayrıntı ise bunu yaparken etrafımda birilerinin olmaması… Kuzen Larry ve Kuzen Balki, bir Laurel & Hardy edasıyla seyredenin kuzenleri gibi hissettirip gülümsetirdi. Yaratıcısı Dale Mcraven olan dizinin jenerik müziği “Nothing’s Gonna Stop Me Now” da dizinin unutulmaz müziği olarak hafızalara işledi.

Parmaklarımızı birleştirelim ve zaman dursun…

Sadece parmaklarınızı birleştirerek zamanı durdurduğunuzu düşünün. Zaman durur ve o zaman diliminde uyuyabilir, sınav zamanında sınavlara mükemmel cevap verilebilir ve yaşlanmaya karşı savaş açılabilirdi. 1987- 1991 yılları arasında yayınlanan “Out of This World” (Bu Dünyanın Dışından) adlı dizide uzaylı bir babaya sahip Maureen Flannigan tarafından canlandırılmış Evie Ethal Garland, bu yeteneğe sahipti. Garip bir prizma sayesinde babasıyla konuşan Evie, her istediğini yapıyordu ve dokunduğunu da o zamansızlığa getirebiliyordu. Süper güç kavramına çocukluk döneminde farklı bir yaklaşım getiren prizma babalı Evie, evimizin süper kahramanı gibiydi.

Şimdi hala bu dünyanın içinde bir yerde o dönemi geç de olsa yakalamış bazı içteki çocuklar parmaklarını birleştirip “aa olmadı” hayal kırıklığını hatırlayabiliyorlar. Şükredelim ki A Takımı Baracus’u gibi ağırlığınca altın kolyeyi takmıyorlar ama söylenceye göre hala bir yerde karşılaştıklarında kuzenlerin mutluluk dansını bile yapabiliyorlar, tek çocuk olsalar bile…

Aytaç Özge

John Hughes: Orada Bir Yerde Tek Başına



Orson Welles’in “ I know what it is to be young” sözleri kulaklarda çınlayadursun genç olmanın verdiği yükü bambaşka bir şekilde yorumlayan bir yönetmendir John Hughes. 80’li yıllarda yazıp yönettiği pek çok filme genç olmaya tepeden bakmamıştır. Gençlik filmleri denildiği zaman akla ilk o düşer. 2009 yılında vefat etmiş Hughes, hala filmlerini açan 80’li yılların çocukluğunun, gençliğinin ve sonrasında alayının, onları alıp kendi evine götüren kapı komşusu gibidir.

“16. Doğum Günüm” (Sixteen Candles), “Kahvaltı Kulübü” (The Breakfast Club), Weird Science (Garip Formül), “Ferris Bueller’s Day Off” (Ferris Bueller’le Bir Gün), Pretty In Pink (Pembeli Kız) gibi 80’lerin sinema tarihine filmleriyle imzasını atan Hughes, 90’larda ise “Beethoven” ve “Home Alone” (Evde Tek Başına) gibi pek çok tanıdık film serisinin senaryosuna imzasını atmıştır.

Hughes’un ilk kez yönetmenlik yaptığı “16. Doğum Günüm”, daha sonra senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı pek çok filmin ayak seslerini içerir. Yönetmen; ilgisiz ebeveynler, okulda yaşanan sınıfsal çatışmalar konularını farklı bir mizansene taşırken 80 dönemi filmlerinde kadrolaştırdığı oyuncularıyla da tanıdık bir atmosfer içinde kaybolmanızı sağlayabilir. Hughes, ilk filminden sonra Anthony Michael Hall ve Molly Ringwald gibi pek çok oyuncuyla yönetmenlik yoluna devam eder. The Breakfast Club’la öyle bir film yaratır ki seveninin başucunda yer alır. Filmde yine gençliği bir yere toplar ve onları bir gece okulda baş başa bırakır.

16. Doğum Günüm, senaryosunu yazdığı 90’ların büyük çıkışlı, başrolü için daha sonra büyük inişli “Evde Tek Başına” filminin açılış sinyallerini saklar. Kevin (Macaulay Culkin), ailesinin tatile gitme telaşı sırasında nasıl evde unutuluyorsa 16. Doğum Günü’ne giriş kısmında da Samantha’nın (Molly Ringwald) ailesinin diğer kızlarını evlendirme telaşıyla ve aile bireylerinin Samantha’nın doğum gününü unutmasıyla karşılaşırız. 16 yaşındaki Samantha, genelde filmlerde gördüğümüz sarı kılıklı okul otobüslerinden birinde daha küçük yaşta ne yaptığı belirsiz okul çocuklarının arasına oturduklarında, “Daha onurlu bir seyahat şekli olmalı” der. Ailesinden, okuldaki popülarite durumlarından feci şekilde canı yanan gençler, daha ideal bir dünyada yaşamak istemektedirler.

Bu, tıpkı daha sonra çekilen “Weird Science”da iki inekten hallice arkadaşın yanlarında olması için Kelly LeBrock’un, canlandırdığı Lisa gibi ideal bir kadını yaratması gibidir. Weird Science’da Sixteen Candles’te içlerinde tıfıl John Cusack’ın da yer aldığı kafayı teknolojiye takmış bir grup inek öğrencinin daha sonraki hikâyesi gibidir. Filmde Cusack kardeşlerin ergen hallerini görmek de ayrı bir keyif verir. 16. Doğum Günüm, yönetmenin daha sonraki pek çok filminin içinden tipleme ve konu seçeceği bir kaynak filmdir. Weird Science için de aslında kendi çocukluğuma şöyle bir uzandığımda dergilerden kesip bir tahta üzerinde oynattığım mükemmel gazete parçaları tiyatrosuna ilham kaynağı olup olmadığını hep düşündürmüştür.

Hughes, 60 yaşına varmadan hayatını kaybederken, geride pek çok insanın içine işleyen filmlerini bırakmıştır. Popülariteyi sorgulayıp asıl sınıflaşmanın sınıf ortamındaki haline baktırarak sıcak atmosfere sahip eserler ortaya koYmuştur ve derler ki sevenleri hala o filmleri seyretmeye doyamaz; bir kahvaltı kulübünde toplanıp gençliğin içine düştüğü kaosu ve asıl anlamını bilen bu adamı hiç unutmazlar.

Aytaç Özge

Kuzuların Sessizliği’nden Önce Pusudaki Avcı: Manhunter


Yağmurlu bir cuma gecesi… TRT’nin cuma gecesi korku- gerilim filmlerini küçücükken seyrine dayalı bir aile geleneği, bugün hala arada dürttüğü gibi dürter insanı. Yağmurlu, şimşekli cuma gecelerinin vazgeçilmez klasiği, genelde yorgan altı patlamış mısırın eşlik ettiği bir korku ya da gerilim filmi olarak kayıtlara geçebilir. Parmaklar yine bir DVD arayışına yönelir ve aralarından “Manhunter” (İnsan Avcısı) adlı film, yeniden seyredilmek üzere ışıkları söndürür. O mehtaplı gecelerde gerilim filmleriyle yüzleşmenin bir başka rahatsız seyri gerçekleşir.

Thomas Harris’in üçlemesinden (ben diyeyim 3 siz deyin 4)“Kuzuların Sessizliği”ni unutmak yakın bir gelecekte de pek mümkün gözükmüyor. Özellikle 1991 yılında Jonathan Demme tarafından filme alınarak Anthony Hopkins’in yeniden can verdiği Hannibal karakteri hafızalara kazınırken üçlemenin diğer eserleri olan “Red Dragon” ve “Hannibal” da filme çekilir. Sezen Cumhur Önal deyimiyle bütün bu olan biten garip olaylar içinde 1986’da çekilen Michael Mann’ın yönetmenliğini yaptığı “Red Dragon” uyarlaması “Manhunter”, kuşkusuz Demme’nin Kuzuların Sessizliği’nin ayak sesleridir. Kendi başına bir eser olarak yorumlanması gereken “Manhunter”, stillerden stil beğen bir kültleşmiş eser olarak hafızalara kazınır.



Üçlemenin filmlerine seri bir şekilde ama fazla dalmadan Michael Mann’in Manhunter’ının başrolünde FBI ajanı Will Graham karakterinde William Petersen yer alırken, seri katil Francis Dolarhyde’ı Tom Noonan, Hannibal Lecktor’u (Kuzuların Sessizliği’nde Lecktor soyadı Lecter’dır) Brian Cox, görme engelli Reba Mclane’i Joan Allen canlandırmaktadır. 2002 yılında ise Manhunter’ın yeniden çevrimi ve üçlemeden Red Dragon’un uyarlamasının yönetmenliğini Brett Ratner yapar. Filmin Başrollerini Edward Norton, Ralph Fiennes, Anthony Hopkins ve Emily Watson paylaşır ki bazen hakkını verilmeyecekse neden filmlerin yeniden çevrildiğini de akla getiren filmler arasında yerini alır.

Bir seri katilin sınırlarına adım attığınızda onunla birlikte kaybolmak, son yıllarda “The Cell” ve “Zodiac” gibi birçok filmde deneyimlenebilir. Oraya girdiğinizde bir daha çıkamadığınız bir kedi fare oyununda 2002 yapımı Red Dragon, dış paketi şık hazırlanmış ama içi boş olan bir biblo gibidir. Manhunter ise bu biblodan çok daha sade olmasına rağmen stil sahibidir. Bu, bir sahneyle bile anlatılabilir. Manhunter’da Francis Dollarhyde, aşık olduğu görme engelli Reba’yı uyutulmuş bir kaplanın yanına getirir. Reba, uyuşmuş kaplana dokunurken Mann’in görüntüye tad veren musiki takıntısından dolayı fonda Shriekback’in “Coeolacanth” adlı eseri çalar. Sahne tüyler ürpertici derecede etkileyicidir. Aynı sahne, 2002 yapımı Red Dragon’da o hissiyatın yanına bile yaklaşamaz.

Manhunter, “bu ne böyle, ne biçim film, hatta bazı sahneler komik” diye tepkiler alabilir ama daha yakından bakıldığında Mann’in filmografisindeki en önemli filmlerden biridir. Rolüne özenle hazırlanmış “Hannibal” Brian Cox, karakterini enfes bir yorum farkıyla oynamıştır. Karakteri Hopkins’ten evvel canlandırmıştır ama yalın bir oyunculuk sunar. Hopkins’in estetik ve cevvallik kattığı karakter, Cox’ta ise normal normal konuşabilen bir insan gibi çizilmiştir. Hopkins fena halde iyidir rolünde, boyamıştır hatta rolünü, büyük oynamıştır ama Cox’un hakkı da yenemez; insanlık ve delililiğin dağlarının arasında bir yerde dolanır.

Kuzuların Sessizliği bir başyapıtken onun atalarından olan Manhunter’ı da yabana atmamak gerekir. Mann, bir psikopatın gerçek olamayacak derecede yalın halini özenle hazırlamıştır. L.A Confidential’ın görüntü yönetmenliğini de yapan Dante Spinotti’nin de katkısıyla Mann, izleyicisini o psikolojiye baktırarak görüntülerini didiklemeyi sağlayacak derecede bir “Manhunter” değil, Mannhunter filmi deneyimi yaşatır. Artık Mann mi avcıdır, bu filmi izledikten sonra izleyici mi orasına diğer filmlerinin izini sürerek karar verebilirsiniz.

Aytaç Özge

Aynadaki “Büyük Umutlar”



Bir varmış bir yokmuş; uzak ve yakın diyarların birinde küçük bir kız yaşarmış. Çekmecenin içinden bir ruj alıp kendisini aynada annesi gibi güzelleştirmeye çalışmamış. Nikâh masasına oturamayan teyzesinin, küçük kızı erkek avcısı olarak yetiştirmesiyle her ruj darbesi bir kırık kalbe çizik atmış. Günlerden bir gün küçük kız büyümeye başlamış; baktığı aynayı, çocukluğunu beraber geçirdiği oğlan çocuğuna verip onu çocuğun aynasından görmemizi sağlamış. Ayna paramparça da olsa küçük kız, erkek çocuğun gözünden muhteşem gözükmekteymiş. Öyle muhteşem ve öyle estetize edilmiş ki, biz dâhil kimse, daha yaklaşmadıkça uç kırıklarını görememiş.

Yazar Charles Dickens’ın Great Expectations (Büyük Umutlar) adlı romanı, dizi ve filmlerin birçok kez uyarlama olarak üzerinden geçtiği klasikleşmiş bir roman. Başrollerini Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow’un paylaştığı, yönetmen Alfonso Cuaron’un 1998 yılında çektiği “Büyük Umutlar” adlı filmin, birebir bir kitap uyarlaması olarak ele alınması yerine ilham kaynağı şeklinde işlendiğini vurgulamak gerekir. Eseri modernize eden Cuaron, ortaya farklı bir sanat eseri çıkarmıştır. Kitaptan bağımlı bağımsız olarak kendi başına bir yapıt olan bu film, sinematografik açıdan enfes bir atmosfere sahip olması dışında, tek bir karakterin gözüyle ‘büyük umut’ dünyasına bakmamızı sağlamaktadır. “Büyük Umutlar”, bir kalem kutusuyla Florida’dan New York’a getirilir ve klasikleşen bir tanımla; olaylar gelişir.


Film, Florida’nın bir balıkçı kasabasında kardeşi ve onun erkek arkadaşı ile yaşayan Finnegan Bell’in (Ethan Hawke), sanat ve aşk tarihine doğru bir yolculuğudur. Çocukluğunu beraber geçirdiği Estella’nın (Gwyneth Paltrow) peşinden rüzgârda dans eden bir ‘Amerikan Güzeli poşeti’ gibi oradan oraya savrulmasını izleriz film boyunca… Kendi kalbinin kırıklığı dolayısıyla Bayan Dinsmoor (Anne Bancroft), yeğeni Estella’yı erkeklerin ulaşamayacağı bir noktada yoğurarak büyütür. Resim sanatına yeteneği ile dikkatleri üzerine çeken Finnegan Bell ise böyle düşer aşka… Ulaşılmaz olarak betimlediği Estella ise mükemmelleştirilmiş bir form olarak Bell’in kalbinde her seferinde yeniden doğar.

Filmde Estella’nın neyi nasıl yaşadığından çok, Finnegan Bell’in gözünden görürüz Estella’yı… Finn âşık olur, estetize eder ve mükemmel şekilde düşer. Estella ise böyle yetiştirilerek aslında mükemmel olmayan bir formda kaybolmuştur. Estella’nın kayboluşu, Finn’in aynasından baktığımızda bir masal estetiği gibi farklı bir imajla görünmektedir. Finn’dir Estella’yı Estella yapan, onu göklere çıkaran, mükemmel resmin her detayını bize çizen ve altına imzasını atan. Oysa Estella onun gibi cesur olamamıştır, sevgiyi ya da aşkı doyasıya yaşayamamıştır. Asıl olan Finn’in Estella’ya duyduğu aşk değil sadece Finn’in aşkıdır. Estella ise olması gerekendir, ya da yaptıklarını yapması gereken, asıl sevgiye muhtaç olan. Bizler, Finn’in gözü oluruz ve bakarız Estella’ya; oysa Estella, mükemmeliyetçilik arayışında arada görmüş olabileceğimiz en kayıp bireylerden biridir. Film de, aslında Estella’ya bakmaz; o düşünceye, ulaşılmak istenen ideaya baktırır. Finn’in onu resmedişini bize aktarır. Oysa Finn’in resmindeki kadın, mükemmeliyetçilikten uzak bir formda eksiktir, kusurludur. Kusurlu olmasından öte ayna kırıklarla doludur, özdeşleşme ile yaşadığımız ayna, karşımızdakine kendi aynamızdan bakışımız ve nihayetinde bizim diğer bir yansımamız olan karşımızdaki kişidir. Ayna, ayna söyle bana; “Finn çizer Estella’yı, Estella’nın bir kalemi bile yoktur.”


“Büyük Umutlar”ın Müziği


Filmin soundtrack albümünde yer alan şarkılara baktığımızda yeşil rengin ve görsellik konusunda eşsiz bir atmosferin üzerinde her birinin tüy gibi uçuştuğunu hissedebiliriz. Şarkılar o kadar hassas noktalarda devreye girer ki, film karelerine dokunur gibi yapar ama tam dokunamaz. Görüntülerin üzerine dokunan farklı tonlardaki tüyler gibilerdir. Patrick Doyle’un Tori Amos hissiyatıyla eşsiz “Kissing In The Rain”ine eşlik ederek yağmurda ıslanmanın hazzına dokunur. Pulp’ın “Like A Friend” şarkısı, resmini çizdiğiniz kişinin ardından koşmanızı sağlar. Her şarkı, havada uçuşan tüylerin resme dokunur gibi yapıp kendini çekmesi tadında bir atmosfer yaratır. Daha sonra da “Büyük Umutlar” kareleri, havada asılı kalmış tüm bu tüylerin kendini bırakması hissiyatıyla renklenir. Bazen bakmışsınız, şarkılara dair bütün tüyler havada uçuşup yere inmiş; sonra bir rüzgâr estiğinde uçuşarak tekrar film kareleri üzerinde dans etmiş. Başlı başına bir başka olan bu eseri hissetmek ve keşfetmek adına filmin müziklerine ait diğer seçme eserlerden bazıları şunlardır: Tori Amos- Siren, Chris Cornell- Sunshower, Lauren Christy- Walk This Earth Alone, Iggy Pop- Success, Mono- Life In Mono.

Battaniyeniz hazır, filminiz ve müziğiniz açık olsun.

Aytaç Özge

Bir Şehrin Olmayan Senfonisi


Karanlık bir sokakta kendi kendini öksüz bırakır mı insan; kimsesiz… Boşlukta ilerlerken sorar mı kendine bu caddeler, bu sokaklar kimin… Bu kocaman şehirde bütün ışıklar kapansın; “28 Days Later” filmindeki gibi tek başına uyanma vakti bir sokakta. İşte o an, Theo Angelopoulos’un “Ulis’in Bakışı” atmasıyla Eleni Karaindrou’nun filme döşediği aynı isimli ana tema şarkısı bu şehrin her yanında yankılasın. Elimi uzatsam yabancı; aklını okusam, yanı başında olsam ya da aslında olmasam bu tek başınalığa seni götürmeme izin verir misin?

Bomboş sokaklar, bir keman sesiyle, bir de lambalarla aydınlanıyor. Kulağının hemen yanında sana fısıldıyorum yabancı; kalktığında tüm şehri kaplayan o notaları duyabiliyorsun şu an. Klavyeye piyano tuşu edasıyla yazılan her karakter ya da karaktersiz hikâyeler, bu şehrin lambalarının gölgelerinde yere düşüyor. Yürümeye başladığında korkmuyorsun artık. O kadar boş ki sokaklar, o kadar boş ki o büyük caddeler… Duyuyor musun kemanın narinliğini, o çok iyi bildiğin yollarda kaybolduğun şu anda sana eşlik ediyor. Hiçbir sorumluluğun yok bu şehre ve hiç bu kadar güzel gözükmüş müydü gözüne…

Kemanın yaylarıyla hareket ediyor denizin dalgaları… Sen bu sokakta doğdun bu gece, bir cenin gibi kıvrılmış yatıyordun bu şehirde yaşadığın o karmaşa içinde… Korkuyordun; o kadar kalabalık ve aslında kalabalıklar içinde o kadar yalnızdı ki bütün insanlar. O kadar yapaydı ki her şey, rutine ayak uydurmazsan yaşamıyordun. Omzunun arkasından gelip rüzgârla saçını okşayan bu müzik, sana yaşadığını hissettirebilir. Araf’ta mıydın hep… Bengi dönüş içinde bu şehirdeki bir fare gibi oradan oraya mı koşturdun?

Şimdi durma zamanı, Boğaz köprüsünün tam ortasında öylece kalma zamanı. Ne geri git, ne ileri… Köprünün üzerinde gökten gelen bir müzik; bir keman sesi bütün tanıdığın o yerlere bakarken tanımadığını fark ettirsin sana; ne Avrupalı ol ne Asyalı… Söz vermiştin yarın için, sözlerini tutacaktın ama bugün bu köprüde hiçbir söz hatırlanmıyor, hafızan silinmiş gibi… Koskoca bir şehirde ilk defa yalnızlığı değil de tek başınalığı tadıyorsun belki… O kadar ürkütücü olmasa gerek. En büyük acıyı annenden bu şehre doğarken yaşadın ve unuttun onu sanki. Bu uyanıştan önce bütün karmaşıklığını yaşadığın şehirde trafiğe bile acı olarak baktın. Elimi tutarsan benim varlığımı sadece hissedip yokluğumda tek başına olacaksın; bir an korkacaksın belki de koskoca şehirde tek başına olunca ama kalabalık içinde kaybolursun zaten… Şu an bu andan çıktığın ve yaşadığın İstanbul’daki yalnızlığının senfonisini o kadar kalabalıklaştırmışsın ki aslında yaşayamamışsın, ne birlikteliği bilmişsin, ne tek başınalığı…

Bir an olsun “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” halini gerçekten hissetmen ve sadece bu an bir kez olsun Araf’ta kalman adına gerçeklik yaratıldı; gündüz ve gece yaratıldı, iyi ve kötü yaratıldı. Bu yazıyı okuduğun süre boyunca sana Eleni kemanıyla eşlik etmeye çalıştım ben, ben olmadan, belki rüzgâr, belki bir dalga olarak. Bu caddelerde, yollarda kaybolman sorun değil; sen seninle oldukça rüzgâr ne yöne eserse essin. Suyun altında dans eder gibi dursan bu şehrin üzerinde sen, sen olmadıkça dünyanın en güzel yeri olan bu yer bile nefes alamadığın bir bahçeye dönüşecek. İzin ver, kendin olmaya belki bu anlık belki bir zamanlık. Güneş doğduğunda nasıl olsa birden dalgalar gibi olan insan yığını üzerine doğru gelecek. Kendi tek başınalığını hissetmekten korkmasan belki sokaklarda kaybolmayacaksın. Orada değilim, şimdi ben senim, gözlerini aç.
Aytaç Özge
Kaynak: http://betaarti.com/2011/03/bir-sehrin-olmayan-senfonisi/

16 Mayıs 2011 Pazartesi

It’s My Pleasantville- Benim ‘Pleasantville’im: Bölüm 1

Dikkat! Bu yazı dizisi filmlerin içine girip onunla birlikte nefes alır. Sinema filmlerinin üzerine ve üzerine olmayan bağımsız bir boyama çalışması olarak hissiyatına varılır.

Bir vardır bir yoktur; J. Luis Borges öyküsü dile gelir. Aynaların dünyası ile insanların dünyasının beraberce yaşadığı zamanın birinde bir gece ansızın ayna halkı ayaklanır ve savaşın sonunda, Sarı Sultan’ın büyüsüyle ayna halkı yenilir ve aynalara hapsedilir. Bundan sonra insanların hareketlerini taklit etmek üzere cezalandırılırlar. Ayna halkı insanların yansıması olarak köleleştirilir. Ve derler ki bir gün, büyü bozulduğunda ayna halkı özgürlüğü tadacak ve de insanların dünyasını tekrar işgal altına alacak.
***
“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde modern diyarların birinde biri erkek diğeri kadın iki kardeş yaşarmış” diye başlamıştım Garry Ross filmi “Pleasantville” için yazdığım ilk yazıya… Masal bozan ve kendi masalını yazan Pleasantville’de iki kardeş (Tobey Maguiere ve Reese Witherspoon) arasındaki kumanda sevdasının meydana getirdiği kavga, kendilerini bambaşka bir diyarda bulmalarına yol açar. Televizyonda oynayan siyah beyaz Pleasantville dizisinin içine geçiş yapan iki kardeş yavaş yavaş bu masallardaki gibi ötesi olmayan ve görünürde mükemmel olan diyarın renklenmesini sağlar.

Sinemada ışıklar kapandığında filmin içine girer seyirci. Özdeşleşme yaşayarak oradaki karakterlerden biri olur ya da orada yaşananları hisseder. Nihayetinde burada anlatılacakların da gerçek karakter ve hikâyelerle ilgisi olacaktır. Her birimiz bir filmin içinde olduğumuzu hissetmişizdir- hatta King Kong’un yerine bile koyabilir insan kendisini ve ne olur; bazen mükemmel bir şekilde düşer, değişir, katharsis yaşar ve çıkar gider. Pleasantville’deki gibi uzak diyarların birinde siyah beyaz dünyayı değiştirmek isteyebilir. Kusursuzluğun kusurluluğunu açığa çıkarmaya çalışabilir. Her bir karakteri ayrı ayrı bile yaşayabilir. En son Black Swan bu mertebeye ulaşarak pek çok insanın özdeşleşme yaşamasına neden olmuştur. Natalie Portman’la beraber dans edip mükemmel bir düşüş yaşamamızı sağlamıştır. Yazı dizisinin ilk bölümünde köşemizin adıyla bütünleşen “Pleasantville” için ışıklar kapansın ve içine dalalım ve kendimizce siyah beyaz dönemi nasıl kapadığımıza dair bir an gelsin. Pleasantville olsun her yer; bir Orhan Gencebay özlü sözüyle filmle bağımlı bağımsız olarak “hazırsanız başlayalım”.

Herkes ve hiç kimse olmaya dair kimim ben…

Siyah beyaz tüm taşların düzenli olduğu bir dünyada uyandım. Bu dışarıdan seyrettiğim ama içine girdiğimde farklı olduğunu anladığım dünyaya Mary Sue ve Bud olarak gelmiştim. Bud’dan önce David’dim ve bu cam dünyanın hastasıydım, ona dair dizi maratonunu hiç kaçırmazdım. Mary Sue’dan önce Jennifer’dım ve dizi izlemek hatta herhangi bir şey umurumda olmadığı için “la la” diye etrafta geziniyordum. İlk Mary Sue olduğumda Jennifer olduğum halimle bu dünyadan nefret ettim, benim için gayet sıkıcıydı. İlk Bud olduğumdaysa annemin mükemmel kahvaltı hazırlayışını kardeşime göstererek, “harika değil mi” dedim. David iken böyle bir annem yoktu. Fantastik edebiyatın realiteden kaçış teorilerinin geçerliliğini ortadan kaldırmamla afiyetle yiyorum bu özenle hazırlanmış kahvaltıyı. Mary Sue görünümündeki Jennifer olarak ise kilo almaya hiç niyetli olmadığımdan bana göre değildi. Sanki büyük şehirden taşraya inmiş gibi hissediyordum kendimi… İzleyici olarak ise bunların hiçbiri değildim, ne kardeşim vardı ne de o dünyaya bir ilgim. Masallarda da sınırlı diyarlar, belli kalıpların dışına çıkamayan karakterler varken bu camdan dünyaya dalmıştım; dokunduğumda kırılacakmış gibi…
Bir dünya ki ötesi yok. Sokaklarını yürüyorum ama her yer aynı. Laura Marling’in enfes şarkısı “Night Terror” gibi, sanki huzurluymuş gibi duruyor ama gayet rahatsız. Filmin döşeme müziği ile bir alakası olmasa da burada akla düşüyor. Sanki sokaklar dolu ama boş. Night Terror duyuyor gibiyim; onu dinlediğimde hissettiğim gibi hissediyorum. Güzel gibi ama aslında bir kâbus. Sanki bu yolda kulağıma hep çalınacakmış gibi oluyor. Belki de hissedileni anlamak için sadece açıp dinlemek gerekiyor. Bu boş kasaba sanki suyla dolmuş, benim zihnim suyla dolup “Night Terror” ile batıp çıkıyor. Yeah Yeah Yeahs’ten “Runaway” hissiyatı veriyor. Kaçıp gitmek mi kalmak mı zor dediğinde insan, filmin duvarları ve camı arasında izleyici koltuğunda oturan kendine bakıyor.

Buranın ötesinde bir yer var mı diye merak etmek aklına gelmemiş kimsenin. Varolmamanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan siyah beyaz bu kasabada kahvaltılar, akşam yemekleri tam vaktine hazırlanıyor, öğrenciler okula tam vaktinde gidiyor, kimse cinsellik nedir bilmiyor. Dokunulmamış topraklar ince bir mekanik düzende işliyor. Televizyon dünyasının bütün yapaylığına hâkim bir camın arkasında insan sıkışıp duruyor ve cama yapışıp her yerini yoklayıp çıkmak istiyor. Sanki sokakların ötesi Truman Show’daki gibi kaplanmış. Hissetmediği için sanki yaşamıyor.


“Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar…”
Bir gün bir deli gibi suya taş atayım diyorum; siyah beyaz bir gül, Kahire’nin Mor Gülü misali kıpkırmızı oluyor. Bir kedi bile bundan cesaret alıp ağaca çıkıyor. İtfaiyeciler ağaca bakıyor. “İndirsenize” diye uyarıyorum. Burada yangın bile çıkmadığı için öylece ağaca bakıyorlar. Kitaplar sadece süs gibi duruyor kitaplıklarda; dışı kaplıyken içi yok, sayfalar bomboş. Jennifer, Huckleberry Finn hatırladıkça doluyor içleri mesela ancak ben Shakespeare düşünüyorum o sırada. “Hırçın Kız” akla düşüyor; hatırladıkça tüm sayfalar doluyor. Katharina’nın kendisi için özenle dikilmiş beylik elbiseye aldığı tavrı mırıldanıyorum: “Bundan özenli biçilmiş, bundan güzel dikilmiş elbise görmedim şimdiye kadar. Galiba niyetiniz beni kuklaya çevirmek.” Bu kasabada tam bu zemin üzerine oturmuş yaşıyor. Kukla gibi yaşıyor herkes; kasabanın dışına çıksanız şimdi, şu anda etrafınıza baksanız bazen bu kasabayı görebilirsiniz. Işıklar kapalı ama ben hala Pleasantville’de geziyorum.
Attığım taş yavaş yavaş dalgalandırıyor bu durgun suyun üstünde kendini güvende sanan kasabayı… Çok büyük bir dalga olacağından korkup rengine kavuşan tüm formları yok etmeye çalışıyorlar. Bir cadı avı, McCarthy kazanı ve hatta trenlerin tam vaktinde kalktığı faşizmin kökenleri gibi bir farklılıklardan kurtulma çabası hüküm sürmeye başlıyor. Bir gece ansızın işimi değiştirip resim yapmaya başladığımda karşımdaki modelim ben oluyorum. Yağlı boya tablom yapıldığında bütün renkler açığa çıkıyor paletten tek tek. Değişimin verdiği korku kasabaya yayılıyor. Fiona Apple “hiçbir şey dünyamı değiştirmeyecek” diye fısıldarken kasaba değişiyor, her yer renklendiğinde kendi kendime soruyorum; şimdi ne olacak? Yanımdakine dönüyorum; yanımdaki ben de bilmiyorum.
Aytaç Özge Öndeş

Greenaway’in Başucu Kitabı

“When God made the first clay model of a human being he painted in the eyes , the lips, and the sex. Then he painted in each persons name lest the owner should ever forget it. If god approved on his creation he brought the painted clay into life by signing his own name…’’




1996 yapımı “The Pillow Book” adlı filmin açılışında bu replikleri duyarken bir yandan da yönetmeni Peter Greenaway’in bu sözleri görselleştirmesine tanık oluruz. Özetle, küçük bir kız çocuğunun (Nagiko’nun küçüklüğü) yüzünün boyanmasını izleriz. Tanrı insanı yaratırken, gözlerini yaratırken yanaklar boyanır, cinsiyetini belirlediğinde sıra dudaklardadır. Yapıtını bitirip kendi adını yazarken de kızımızın ense kısmına imza atılır.

“Tuval Bedenler” olarak Türkçe’ye çevrilen ve Peter Greenaway’in yönetmenliğini yaptığı “The Pillow Book”, onuncu yüzyıl Japonya’sından Sei Sonagon’un kitabına dayanır. Filmde genç bir Japon kadını olan Nagiko (Vivian Wu), aşığı Jerome’un (Ewan McGregor) bedeni üzerine mektuplar ve öyküler yazar. Jerome, canlı el yazması olarak Nagiko’nun yayımcısı adama gider ve onunla ilişki yaşar. Bundan sonra ihanet, bedenler üzerinde ölüm ilanları olarak yayınlanmaya ve klasik tabirle; olaylar gelişmeye başlar.

Mimar, ressam ve yönetmen olarak birçok filme imza atan Greenaway, sinemasal anlatım sınırlarını zorlar ve hatta alt üst eder. Film şeridi paletindeki renkler diyebileceğimiz öykü, anlatım, görsellik renklerini karıştırır ki, bunu “Tulse Luper’in Çantaları” serisinde rahatlıkla, paradoksal olarak zorlanarak görebiliriz. Tulse’nin tuğla efektli çantalarında konuşulan şey, kulağa ve göze aynı anda çarpar. Yani sözcükler, sözel ve görsel olarak eş zamanlıdır. Aktörler yer değiştirir, diyalogları yer değiştirir; bu arada diyaloglar akar, müzik yükselir, perde karışır. Anlatımdan çok sekansa önem verir ki, Hollywood filmlerinin anlatımına karşı olması burada kendini gösterir. Greenaway’in yönetmen olarak Alain Resnais’in ideal sinemasına yakın olduğunu belirttiğini duyduğumda, “ikisi de hafızamızı zorluyor” diye düşünmüştüm ki, burada anlatımcı yapıyı bozma söz konusudur. Resnais, “Hiroşima Sevgilim” ve “Geçen Yıl Mariebad’da” filmlerinde belleğe yönelir. Greenaway ise ondan farklı ve benzer olarak imge ve sözcüklerin sayısız kombinasyonuyla kendi ideal sinemasına doğru ilerlemektedir. Zaman ve mekân onun çoklu karelerinde yeniden yapılandırılır.

Aşçıyız, Hırsızız, Karısıyız ve Nihayetinde Aşığıyız!

Ona göre izleyici, sinemanın yanılsamasından, bunu yapanın varlığı hissettirilerek kurtarılmalıdır. Tulse Luper serisinde filmin aracı öyküsüdür. Çoklu görüntüde, karakterin değişik açılardan çekimlerinin Abel Gance Napolyon’u misali görüntünün sağına soluna yerleştirildiğini ve hatta aynı karakteri farklı kişilerin canlandırdığını bile görebiliriz. Sürekli müzik, ses ve yazılar akar durur. Bir izleyici olarak siz, labirentteki fare gibi döner durursunuz. “Ne yapmış böyle” diyerek sürekli eserin sahibini aklınıza düşürebilirsiniz. Bir metni yabancı dile çevirirken bir kelimeye takılmadan direkt devam etmenin önemi aklına gelir insanın. Greenaway’de “ben burayı anlamadım” dediğinizde oraya takılıp kalırsanız oradan çıkamazsınız. Yönetmen, bir yerden sonra bu yoğun imgelerin, görüntülerin aynı anda yer aldığı deneysel çalışmalarına yönelmiştir. Zorlama olarak bu yöntem ya seyircinin belleğini açık tutar ya da filmi apar topar terk etmesine neden olur. İzleyici olarak siz ya sinemasını seversiniz ya da ihanet edersiniz. Sinema koltuklarında “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” olarak oturabilirsiniz. Greenaway seyirciyi pasif olmaktan çıkarır, kendini tamamen filme teslim etmesini ister- özellikle de Pillow Book’tan sonra çektiği filmlerle. Sinemanın gerçekdışılığından yana bir ressam, bir yönetmen olan Greenaway’in “The Pillow Book”unda Tulse Luper (Tuğla Lüper olarak hafızama kazınmıştır!) anlatım tekniklerinin temelini görmek mümkün…

The Pillow Book’ta başlar üst üste bindirilen görüntüler ve anlattığı adeta kaligrafisttir. Filmde bir sahnede normal görüntünün yanında beliren küçük çerçevelerle, gelişmekte olan olayın öncesini ve sonrasını vererek ve anı biriktirerek analizini yapar. Hayata dair ne varsa film paletinde karıştırır ama bu filmin bir başkası tarafından yaratıldığını da hatırlatır. The Pillow Book’un vakti zamanında ‘erotik masal’ diye tanımlandığını anımsıyorum ki, vücutlar birer nesne gibi… Greenaway’de o kadar çok çıplak vücut vardır ki artık o bir süre sonra ‘alışılmadık olanın doğallığı’ olarak gelebilir bu. Her kitap, sekansları numaralandırma işlevi görür ve işte tam bu noktada on üç sekansı birleştiren canlı kitap devreye girer. Leitmotif olarak aynı şarkıyı filmin başından sonuna kadar duyarız. Tulse Luper’de de artık kulağın koşullu olarak duyacağını zannettiği, tekrarlanan bir motif olarak ‘müzik’ vardır. Filmden çıktığınızda müziğin de büyük katkısıyla tuğla yığını altında ezilmiş gibi hissedebilirsiniz.

Robert Schwentike’nin “Tatoo” adlı filminde dövme için biriktirilen derileri gördüğümde aklımda “The Pillow Book” vardı. Konu itibariyle Greenaway’in filmi gelmişti gözümün önüne… Tatoo’da vücudun belirli kısmını kaplayan Japon savaş hikâyelerinin tene işlendiği Irezumi adı verilen dövmeler, filmin içeriğini oluşturur ve nihayetinde alakasız bir Alman gerilim filmidir. Nagiko’nun yağmurla vücudundan yazılar akar ve benzer olarak yine yağmurla Tatoo’daki katilin dövmeleri ortaya çıkar. Nolan’ın “Memento”sunda vücuda yazılan hafıza notlarını da unutmayalım. Ayrıca belirtmek gerekir ki insan derisinden kitap temsili fantastik korku yazarı H.P Lovecraft’ın Cthulhu’sunun temeli Abdul el Hazred tarafından yazıldığına inanılan Necronomicon’da geçer. Gerçi bunlar kişisel olarak akla düşse de yoldan geçen bir Greenaway bu yorumlara “ne alaka” der ki, kendisi belli yönetmenler dışında film izlemeye de karşıdır.

Donald Duck’ın Bitmeyen Travması

Onun filminin geren kısmı her şeyin gayet açık ve net olmasıyla ilgilidir. Kendisinin de söyleyegeldiği üzere çizgi film karakteri olan Donald Duck’ın kaza geçirdikten sonra bir anda başka sahnede iyileşmesi değil, kazadan sonraki bütün hayatı boyunca yaşadığı travması olarak sinemasını tanımlaması gibidir. Yönetmenliğini yaptığı “The Baby of Macon”un üç perdesi düşünüldüğünde tüyler ürperebilir. The Pillow Book’ta ise vücutlar alışılagelmiş kurallara uygun değildir. Jerome ölür ve The Pillow Book artık bir intikam hikâyesine dönmüştür. Aslında Greenaway, olayın anlatımından uzaklaşıp görselliğin fırça darbelerini atar. Onu nasıl kodlayabileceğine yönelip artık nereye doğru gittiğinin haberini vermeye başlamıştır. Zaten filminin çoğu karesi bir tablo estetiğini yakalamış gibi gözükmektedir ki, tablo estetiğini farklı açıdan yakalayan yönetmen Visconti de unutulmamalıdır. Burada resim üzerine bir okuma ancak enine boyuna bilenler açısından yapılmalıdır ki haddim değildir. Açık yüreklilikle söyleyebileceğim Rembrantsal “Nightwatching” filmine bu yüzden dokunmamışımdır. The Pillow Book’ta gönlü hoş eyleyense, bir planda Jerome ve Nagiko karşılıklı oturur ve duvarda yazılar vardır yukardan aşağı kadar… Kişisel olarak görselliğini hayranlık uyandırıcı bulduğum bir karedir.

Greenaway’in nesnelere, sayılara, formüllere, metinlerarasılığa karşı takıntılı olduğu görülebilir. Örneğin Tulse Luper’da çantalar, “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” filminde kaşıklar, “The Pillow Book”ta kalemler açıkça gözünüze sokulur. Tulse Luper’de 92 çanta varsa Pillow Book’ta da 13 kitap vardır. Onun tüm filmlerinde neredeyse buna rastlanıldığına işaret edilir.

“Prospero’s Book”tan sonra The Pillow Book, Greenaway’in ressam yönünü belirgin olarak kullandığı filmlerin sinyallerinden biri gibidir, yavaş yavaş verilmeye başlanan sinyaller… Ressamların tablonun köşesindeki ayrıntı çizimi gibi o da görüntüye parça kareleriyle imzasını atmaya başlar ve seyirci artık filmin bir sanat eseri olduğunun farkına varır ya da bu sanat eserinden ölesiye sıkılır. Sonrasında ise ressamımızın imzaları durdurulamaz bir hal alır. Sinemada ihaneti işleyen adam, sinema kurallarına “ihanet” eder ama bu ihanet bildiğimiz anlamda değil, izleyicinin alışageldiği film izleme seyrini değiştiren, sinemanın ayarlarıyla oynayan bir devrim gibidir. Klasik sinema anlatımını doğru bulmayıp değişik teknik, değişik bir film dili yaratımında deney yaptığı laboratuarında, algı bombardımanı yaşattığı filmleri boyar. “Tanrı insanı yaratır”la başlayan bir serüvende Greenaway de önce çizer ve sonra ense kısmına imzasını atar.
aytaç özge öndeş
kaynak: http://betaarti.com/2011/01/pillow-book/

14 Mayıs 2011 Cumartesi

"Sevmek Zamanı"dır Şimdi...

“Ben senin resmine değil de sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle… Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak. Hayır! Benimle resminin arasına girme. İstemiyorum seni! Ben senin yalnız resmine âşığım.”
Halil (Müşfik Kenter)/ Sevmek Zamanı



Müzik, yağmur, duvarda asılı bir resim ve İstanbul… “Sevmek Zamanı”dır tam da izleyicisini suretine âşık eden. Tek başınalıktır aşkı yaşatan ve bir filmdir ki bir fotoğrafa âşık olan adamı izlerken binlerce kareye, çerçevelenmiş resim gibi kendisine âşık eyleyen. Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli midir ya da zaman, “Sevmek Zamanı” mıdır; yanlış zamanda var olan…
1965 yapımı 1961 Anayasası sonrası Türk Sineması Dönemi’ne tekabül eden Metin Erksan filmi “Sevmek Zamanı”, döneminde ticari gösterime girmese de günümüzde Türk Sinema Tarihi’nin en önemli filmlerinden biri olarak yer almaktadır. Boyacı Halil’in (Müşfik Kenter) bir evin duvarlarını boyarken âşık olduğu resim ve resmin sahibi Meral (Sema Özcan) ile yaşadığı ilişkiye baktırır ve işte bu o enfes görüntülerle anlatılan sinemanın ta kendisidir.

Büyükada’da ustası Mustafa`yla (Fadıl Garan) birlikte boyacılık yapan Halil, boyamaya girdiği boş köşklerden birinde bir kadın resmi görür ve resme âşık olur. Bir yıl boyunca her gün köşke girer ve resmi uzun uzun seyreder. Hikâye de bir gün, köşkün sahibinin kızı resimdeki Meral’in (Sema Özcan), Halil`i resmini seyrederken görmesiyle başlar. Meral, Halil’in kendisine âşık olduğunu düşünerek onunla birlikte olmak ve bu aşka ortak olmak ister. Oysa Halil, Meral’e değil, yalnızca onun resmine âşıktır.

Doğu ve Batı edebiyatının, kültürünün aşk anlayışı akla düşer filmi seyrederken… Batı’nın aşkı tek başına yaşanmaz; çift kişilik aşktır. Doğu’nun aşkı ise tek başına içte yaşanır, çile çekerek o aşka ulaşmaya çalışır. Batı’nın Bach’ında Doğu’nun udisinde Sevmek Zamanı’dır. Doğu’nun saf aşkına bir başka biri karışmaz. Halil’in aşkı kendi aynası gibidir, uzletinde çile çektiği Meral’in bedeninin karışmadığı… Ölümü aşk olacaktır, tek başına o aşkın erdemine ulaşana kadar ama nihai son Batı bedeniyle bir araya gelişindeki ölüm gibi değil. Bizler Batı ile Doğu’nun aşkı arasında gidip geliyoruz. Filmde resme âşık olmak, şimdiki anlamından çok daha ulvi ve derin anlamlar içerirken, modern toplumun tüketimine yansıyan bir eşyaya bağımlılık ya da “bir resim gördüm, âşık oldum” şeklinde bir anlatım değildir. Erksan’ın anlatımı, şiirsel ilmikler atılarak kişinin maddeye olan düşkünlüğüne değil tam tersi maneviyata olan düşkünlüğüne dikkat çekmektedir. Gerçekliğin sorgulanmasına kadar giden bu yolda yağmurun yağışıyla geçip giderken zaman, oradan oraya kocaman resimle dolanan bir adam, elinde kalbini tutmaktadır. Narkissos gibi kendine bakışı, karşısındakinin ayna olmasından öte bir halden çok daha incedir, çok daha zariftir Halil…


Film üzerine Doğu- Batı aşk anlayışı, varoluşsal yaklaşımlar, psikolojik yaklaşımlar olmak üzere pek çok yorum yapılmıştır ancak burada niyet, filmi ameliyat etmek değil; hissetmek zamanıdır. Günümüze yabancıdır belki bu hissiyatın tadına varmak; evinize girdiğinizde sizin resminizi dalmış şekilde izleyen bir adam, öylece oturmuş bakıyor. Kötü niyet beslediğini düşünerek irkilir insan. Eser, gerçek olmayan bir zamanda gerçekleşiyor gibi görünse de aslında izleyicisini sahte kılarak kendini gerçekleştirir. Şimdi bir an olsun Halil ve Meral’in ilk karşılaşması için filmin içine girelim. Klasik özdeşleşmede filmi yabancılaşmadan uzak ve Halil’le birlikte bir o kadar yakın bir an olsun orada olduğunuzu hissederseniz; elimi uzatsam ve Sevmek Zamanı’nın kalbine denk düşsek…

Düşünün ki bir adam sizin resminize âşık olmuş, ya da o adamsınız ve resme aylar boyunca gelip bakmışsınız. “Siz” ve “O” olmak zamanıysa bizim yaptığımız, biri sizin resminize bakıp aylarca onunla vakit geçiriyor. Oraya ilk girdiğinizde o zarif karşılaşma kadar gerçek değildir belki dünya, belki gerçek olan da o zarif karşılaşmanın ta kendisidir. Ya da Halil olarak gerçek dünyanın çelişkisini, ikiyüzlülüğünü istemiyorsunuz. Bir resme takılı kalmak değildir kasıt, aşkın değişmezliğidir. Meral olarak sizi bu durum şaşırtıyor ve o duruma âşık olmaya başlıyorsunuz. Batı’daki gibi dâhil olmak ya da dâhil olmasını arzu ediyorsunuz. Halil olan siz, dışarıdaki aşk arayışlarından çok daha tutarlı olan kendi dünyanızda yaşamak istiyorsunuz. Tüketim toplumunda bunun pek yeri olmadığı âşikar ama bir düşünsenize Halil’in istediğini; “resmin bana ilgiyle bakıyor ve hep bakacak”. Bundan daha güzel bir şey var mıdır size hep ilgiyle bakan ve bakacak olandan daha sevmek isteyebileceğiniz… Bu bir sanallık içermiyor, “belki ellerimi bırakırsın” korkusu da yaşamaktan kaçmak anlamına gelmiyor aslında… Halil bu ya ebedi aşkın, sevmenin derdine düşüyor. O karelere bakarak biz de her seyrettiğimizde hayal kırıklığına uğramıyoruz. Bir film ilk seyredişinizden sonra tekrar izlediğinizde de defalarca hep aynı sonla biter. Biz mi gerçeğiz yoksa “Sevmek Zamanı” mı…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum ‘Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
Raif Efendi- Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali


Bir de Raif Efendi var, muhteşem Raif Efendi… Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sına baka kalan… Onun için Sevmek Zamanı, 1943′te başlamış. Surete âşık olma teması ile ilk akıllara gelen eserlerden birinin başkahramanı. Halil gibi bir resme bakakalan, yıllar sonra Halil’de başka bir halini hissettiren… Halil’in resmi sevmesinden uzun yıllar sonra ise Wong Kar-Wai “Aşk Zamanı” ile gelip içinize işliyor ama Sevmek Zamanı’ndaki resme duyulan aşk, Wong Kar Wai’nin “Eros” alı filmdeki dokumasında tekrar akla düşüyor. “Eros”ta, sevdiği kadına dokunamayan bir terzi, diktiği elbiseyle bağ kuruyor onunla; Halil’den farklı olarak “oymuş gibi” ve Halil’e benzer olarak dış dünyaya uyumlanmaktan çekinmeyi hissettiriyor. Wong Kar-Wai her filmini şiirsel bir dille aktardığı için terziliği de şairane oluyor. Dokunma isteği, bir sahneyle ona dokunmadan gerçekleşiyor.

İstanbul’a, “Tûtî-i mu’cize-gûyem”e, yağmurun iki insanın arasına yağmasına, ayakkabıyı çıkarıp karda çamurda yürümeye bakakalmaktır sevmenin zamanı. İzlediğinizde bazen sadece replikleri duyarsınız, bazen de görüntüleri… Kimi zaman sesini kısıp görüntüleri akar boşlukta… O an bu satırları kaleme alan kişi için filmin her karesine, Batı’nın aşkı adına Songs: Ohio’nun “The Lioness” albümü, doğunun aşkı içinse Tanburi Cemil Bey eşlik edebilir. Sevmek Zamanı ise ışıkları kapatıp dalıp öylece izlemek için başucunuzda durur. Sevmenin zamanına âşık olana dostça ve iyilikle bakar ve ebediyen bakacaktır.

aytaç özge öndeş

7 Ocak 2011 Cuma

Lovecraft Duvarının Ötesinde


Varla yok arası bir zaman içerisinde Stephen King öykülerinden uyarlama filmler, görüldüğü yerde izlemeden edilmez. Bu huy, ne kadar kişisel de olsa artık bu filmlerdeki pizzacı, kapıcı, postacı “It” gibi adam Stephen King, kapıyı çalsa şaşırılmayacak durum haline gelir. Günlerden bir gün Salem’s Lot’u gören bünye, filmi izlemek için inanılmaz bir istek duyar. Uyarlanan hikâyeyi daha önceden kulak dolgunluğuyla hatırlar ama izleyiş bittiğinde yüreğe eski bir gönül yarası düşer. Bu yaranın adı kuşkusuz Howard Phillips Lovecraft’tır. Jerusalem’s Lot’un çağrıştırdığı hikâyesi ise “Rats In The Walls-Duvarlardaki Fareler” olarak hafızadaki tozlu yerinden yeniden çıkarılır, üzeri üflenir; hala ışıl ışıldır…

Howard Phillips Lovecraft, karanlık tarlalara mitoloji tohumları ekmiş; korkuyla sulayan kuşkusuz şöhreti Cuthullu’da yakalamış bir yazar. Fantastik edebiyatın Edgar Allan Poe ile birlikte en önemli yazarlarından biri olan Lovecraft’ın geçmişine baktığımızda inanılmaz bir mitoloji birikimi karşımıza çıkar. Mitoloji hikâyelere öyle yedirilir ki bu birikim, onun kendi mitosunu yaratmasını sağlar. Günümüzde mitolojilerden kendi mitosunu yaratmasını sağlayan isimlerden biriyse yapımcı, yönetmen, senarist Joss Whedon’dur. “Buffy The Vampire Slayer” ve “Angel” adlı dizilerinde beslendiği mitoloji, Whedon’un eserlerinde kendi mitosunu oluşturmasına kaynak olmuştur ancak konumuz yazar Lovecraft olunca o, şöyle bir kenarda dursundur.

Lovecraft’ın mitolojik yönüne indiğimizde karşımıza değişik hikâyeler çıkmaktadır. “The Nameless City” adlı hikâyesinde Arap çöllerinde isimsiz bir şehirden bahsedilir. Cthulhu Mitosu’nun tartışmalı ilhamı Necronomicon’un yazarı Abdul Alhazred etkisinin ilk görüldüğü hikâye olarak bilinir. Necronomicon (ölülerin kitabı), mürekkebi kan olan insan derisi sayfalarıyla daha pek çok Lovecraft hikâyesinin beslendiği bir kaynak olarak gösterilir. Kimi kaynaklara göre yazarımızın bir uydurması, kimi söylentiye göre ise İngiltere’de bir müze içerisinde saklanan büyü kitabı olarak geçer. Lovecraft’ın “The Hound” adlı bir diğer hikâyesinde Necronomicon’un başlangıç kısmına işaret edildiği söylenir. “At The Mountains Of Madness -Deliliğin Dağlarında”da Cthulhu Mitosunun kurucu unsuru Eskiler’in tarihine bir göz gezdirilir.

John Carpenter’ın “In the Mouth Of The Madness”ı da kuşkusuz Lovecraft etkileriyle harmanlanıp enfes bir sinema deneyimi sunar. Birebir bir uyarlama olmasa da bolca Lovecraft efekti ve hikâyelerin harmanlanışı görülebilir. Yakın bir gelecekte, çok değil 2013 yılında, Pan’ın Labirenti’nde kaybolmamızı sağlayan Guillermo del Toro da Lovecraft’ın Deliliğin Dağlarında uyarlaması filmiyle kalbimizi attıracaktır.

Lovecraft’ın “The Moon Bog” adlı eseri ise Eski Yunan efsanelerinin kalıntılarından bahseder. Eski bir bataklığı temizletmesi sonucu ortaya çıkan adacıkta antik kalıntılara rastlanılır. Bu kalıntılar Eski Yunan tanrısı Artemis’e tapınmak için yapılmıştır. Lovecraft’ın mitolojiden beslenen “Hypnos”unda ise geçilen uyku duvarının ötesi, Joel Schumacher’in “Flatliners” adlı filmi ile aşılan sınırını hatırlatarak gülümsetir. Uyku duvarı, “Beyond The Wall Sleep-Uyku Duvarının Ötesinde” ile tekrar karşımıza çıkacaktır.

Duvarlardaki Fareler

Mitolojik ve tanrısal güçlerle ilgili Lovecraft hikâyelerinin arasından 1924 yılı mart ayında efsane dergi “Weird Tales”te yayınlanan “Rats In The Walls-Duvarlardaki Fareler” unutulmayacak türdendir. Hikâye, soyu hakkında pek bilgisi olmayan De La Poer’in atalarının seneler önce yaşadığı Exham Manastırı’na taşınmasını ve beraberinde gelişen olayları anlatır.

Exham manastırı, yıllar önce büyük De La Poer ailesine ve birçok ölüme ev sahipliği yapmış ancak orada yaşayan son De La Poer’in gizli bir sır nedeniyle ailesini hizmetçileriyle birlik olup katletmesinden sonra kahramanımız gelene kadar sadece lanetin yaşadığı bir yer olarak kalır. Bu noktada kasabaya geliş ve istila ediş açısından Jerusalem’s Lot hikâyeyle benzeşmektedir. Son De La Poer, Exham’a geldiğinde köylüler tarafından, lanetlenmiş hikayeler yüzünden fazlaca misafirperver karşılanır fakat restorasyon fikrinden vazgeçmez. Restorasyon sırasında ailenin karanlık geçmiş hikâyelerini dinler.

Bu hikâyeler öyle ürperticidir ki, Edgar Allen Poe’nin “Usherlerin Evi”, Lovecraft’ta De La Poer evi olan Exham Manastırı’yla özdeşleşmektedir. Poe’nin Usher soyu türlü şeytanlık ve lanetlerle anılan bir soydur ve onların yaşadığı ev de lanetin ta kendisidir. Roger Corman da bu hikâyeyi sinemaya aktarıp cuma geceleri için patlamış mısır eşliğinde seyredilebilecek bir b film ortaya koymuştur. Lovecraft’ta Usher soyundaki lanet ise Exham Manastırı’dır. Burası sır hikâyeleri hayaletlerinin yaşadığı krallıktır. Anlatılanlar çok çeşitlidir. Vahşi cinayetler, manastırdan çıkan fare ordusunun köylülere saldırması örneklerden sadece bazılarıdır. Hatta hikâyeyi okurken, bir yerinde De La Poer’lerin şeytanlık konusunda Marquis de Sade’yi ve Giles de Retz’i solladığının söylenmesi ister istemez yüzde tuhaf bir gülümseme yaratır.

Atys Söylenceleri

Restorasyon bittiğinde bir De La Poer, bazı şeylere şahit olur. Manastır duvarlarının arkasından sanki bir fare sürüsü geçmektedir. Bunun üzerine gelişen türlü kedili olaylardan sonra manastır mahzeninde araştırma yapılır. Mahzenin duvarlarında yazan “L.PRAEC…VS… PONTIFI …ATYS” gibi kelimeler De La Poer’i şaşırtır ve hikayeyi şöyle anlatmaya devam eder; “Atys’e yapılan gönderme titrememe yol açtı, çünkü Catullus’u okumuştum ve ibadeti Kibele’ninkiyle öylesine kaynaşmış olan bu Doğu tanrısının korkunç ayinleri hakkında biraz bilgim vardı.”

Catullus, milattan önce Lesbia lyric’leriyle tanınan Latin bir şair olarak geçer. Buradaki gönderme muhtemelen onun 63 numaralı şiirinedir; “Attis”. Atys, bazı kaynaklara göre Frigyalı, bazı kaynaklara göre Lidyalı mitolojik bir kahramandır. Genel anlamda Frig mitolojisine ait olarak kabul edilir ancak burada alt bir tanrı olarak görülür. Asıl özelliğine kavuşması Roma’ya dair Yunan mitolojisinde görebileceğimiz bir durumdur. Atys’in anlamının günahkâr demek olan “sinner” olarak geçer ve başka bir inanışa göre de “baba” olduğu söylenmektedir. Onun hikâyeleri çeşitli kaynaklara göre değişmektedir. Bazılarında Adem’in hikayesine çok benzer bir şekilde kadının ihtirasına kurban olan dünyanın lanetlenmesine sebep kişi olarak anlatılır. Heredot’a göre Lidya kralı Croesus’un oğludur ve ölümü önceden kehanet edildiyse de korunamamış, yanlışlıkla öldürülmüştür ancak yaygın inanışa göre Atys, bereket tanrısı Kibele’nin kutsal ortağıdır. Atys doğumu, ölümü ve dirilişiyle mevsim döngüsünü ve hasat zamanını simgeler. Kibele (Rhea) ise “MAGNA MATER, the mother of the gods/ the great mother”dır; yani tanrıların anası olan bilinegeldiği üzere bereket tanrısıdır.

Atys’in hikâyesi Zeus’tan olma iflah olmaz, çılgın tanrı Agdestis’in (kimi kaynaklara göre Agdistis) diğer tanrıları kızdırmasına uzanır. Biseksüel Agdestis’in cezasını bulması için Dionysus hile yapar ve suyu şarapla karıştırıp ona içirir. Sarhoş olan Agdestis vahşice hadım edilir, bazı kaynaklarda bunu kendisinin yaptığına da rastlanır. Onun akan kanı bir nar ağacına dönüşür. Irmak tanrısı kral Sangarius’un kızı, nar ağacından meyvayı koparır ve ondan hamile kalır. Doğan çocuğun ismi Atys olarak söylenir. Büyüdüğünde Agdestis ve Kibele’yi kendine âşık edecektir. Birçok versiyona sahip bu mitlerden bazılarında Agdestis’in Atys’in başkasıyla evlenmemesi için onun kendini hadım etmesini sağladığı, bazılarındaysa Kibele’nin onu ölümlü bir kadından kıskanmasıyla Atys’in delirerek kendini hadım etmesi ve ölmesine sebep olduğu söylenir.

Catullus’un orjinali “Attis” olan şiirinde ise Kibele ve Atys’in geleneksel ayinlerinde Atys’in kendini kaybedip (ecstatic madness) hadım etmesi ve müritlerine de bunu yaptırmasıyla geri dönülmez bir efsane anlatılır. Ayrıca şiirin son kısmında Kibele’nin karanlık yönüne dikkat çekilir. Müritlere olan baskısı, ayinlerinin devam edeceği anlatılmaktadır.

Mitolojisi kuşkusuz cinsel içerik taşımaktadır ama hikâyede okuyucuya yönelik korku yaratmak için kullanılmıştır. Bundan dolayı Lovecraft’ın dikkat çektiği nokta şiirde anlatılan ayinlerin vahşiliğidir. Antik Roma’da kutlanan Kibele ve Atys Festivali bu ayinlerin ana hatlarını göz önüne sermektedir. Festivalin ikinci günü, “Day of Blood/ Kan Günü” olarak anılır. Bunun sebebi insanların vahşi bir müzik eşliğinde vücutlarında derin yaralar açarak kendilerini Atys’in dirilişine kurban etmeleridir. Söylenceye göre gaddar Kibele’ye karşı bir hareket olarak da vücutlarını parçalara bölerler. Kanın sabahının adı Hilaria’dır ve Atys’in dirilişi kutlanır. Aslında ayin halk ayini gibi görünse de çok gizemli bir ayindir. Sonuç olarak ayinin korkunç havası ve vahşi fanatikliği Atys’in kendisini korkunç bir kurbana dönüştürmesine yol açmıştır. Bu festivalin bir benzeri de başka bir Lovecraft hikâyesinde işlenmektedir. ”The Festival”de hikâyenin kahramanı eski liman kenti olan Kingsport’a eski festivallerini kutlamak için döner ancak ne festival ne de insanlar göründüğü gibi değildir.

Duvarlardaki Fareler’de De La Poer, ilk önceleri fark etmese de Frig tanrısı olan Atys’e tapınan Romalıların yer altı sunağını keşfetmiştir mahzeninde. Hikâyenin gerisini merak edenler için okumaları tavsiye olunur. Hikâyenin bir yerinde ise çok ilginç bir cümle geçer; “Mutlak korku çoğu kez merhametli bir biçimde hafızayı paralize eder”. Lovecraft’ın merhameti ise hikâye bitene ve okuyucuyu o an okuduklarıyla baş başa bırakana kadardır. Sonradan farkına varırsınız ve her korkumuz diğer kısa ömürlü hikâyeyi doyurur.

Kimileri bu hikâyeyi P. H. Cannon’un “Cats, Rats, and Bertie Wooster”ı ile özdeştirir ancak küçük ve basit görünen bir hikâyeyi kim bu kadar derin yazabilir ve kelimelerini sizin korkularınızla besleyebilir… “The Outsider”da kendini şatosuna kapatan, dışarı çıkmayan, hatta aynaya bile bakmayan bir adamdan bahseden bir yazardır bunun cevabı… Hikâyenin devamında bir gün dış dünyayı tanımaya karar veren kahramanımız, dışarı çıktığında korkan, koşuşan insanlarla karşılaşır O sırada korkunç bir yaratık görür ve oysa gördüğü, camdaki yansımasından başka bir şey değildir. Burada Lovecraft, kendini yaşadığı dönemin yabancısı gibi aktarır. Hikâyeye benzer bir biçimde, kendi yansıması olan hikâyeleri, gün ışığına kavuştuğu andan itibaren okurlarını korkutmuştur ya da ilham kaynağı olmuştur ancak bu kadar “bereketli” olabileceğini muhtemelen kendisi bile düşünmemiştir.

Okuyucuya Not: Lovecraft ve Poe eserlerini Türkçe metin olarak okumamızı sağlayan, çevirilerinde emeği geçen Dost Körpe’ye sonsuz teşekkürler.

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/12/lovecraft/

Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim Sadri Usta!


“Ölücekmiş, ‘ölmesin’ dedim, ‘bir can kurtulsun’ dedim . Bütüm hayatımda ‘ofsayt’ dediler, ‘bir şeye yaramaz, sümsük’ dediler, ‘varsın gene desinler’ dedim. Hayatımda bir defacık bir kız sevdim, ‘onu da kaybedeyim’ dedim. Hayatımda bir kerecik bir şey kazanacak oldum, ‘onu da kaybedeyim’ dedim, ‘tek bir can kurtulsun’ dedim. Çocuğu kurtaracak kadarını aldım, üst tarafına el sürmedim; fena mı oldu? Sizler, hepiniz, hepiniz hakem olun abiler. Ya bu maç be tıpkı bir maç ama böyle hayat sahasında oynanıyor; oyuncuları bizleriz, topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız… Ben Osman, Ofsayt Osman! Söyleyin be! Allah rızası için söyleyin gene mi atamadım golü, bu da mı gol değil!”

Ofsayt Osman (Sadri Alışık)



Alışkanlıkların bazıları küçüklükten insanın yakasına yapışır. Kişisel olarak bakıldığında güzel bir kahvaltı hazırlanmışsa yanında bir Türk filmi seyretmek yıllardan beri gelenekselleşmiş… Babam baharın ilk sabahı dünyaya gelen kızını sanat müziği ile büyüttü. Dilim döndüğünce “Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil” demeye çalışıp dize vurma suretiyle ritm tutturmaya çalıştırırken bir yandan da Türk Sineması ile haşır neşir olmak enteresandı; hele de insanın sinemada izlediği ilk film “Kayıp Kızlar” olursa… Bu tutkunun her daim alevlenmesini sağlayan üç sanatçı ile televizyonda tanıştığım dönemleri hiç unutmam ama ne sanatçılar; Sadri Alışık, Ayhan Işık ve Şener Şen… Bu isimler haricinde saymakla bitmeyecek aktör ve aktristleri saygıyla anarken Turist Ömer’den Ofsayt Osman’a pek çok karakterin babası Mehmet Sadrettin Alışık nam-i diğer Sadri Alışık’ın sadece oyunculuğu değil kulakların pasını silen sesi de unutulmuyor.

“Üvey Ana” ve “Gelinlik Kızlar” filmlerinde “Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim” adlı enfes eseri öyle bir okur ki kişinin bir deniz kenarına gidesi gelir ve dalgalar denizde ayaklarıma vururken denizin içindeki masasında kendisine eşlik etsin, yanı başında ağlasın diye iç çeker. Bu denli hissederek söylemek ve iyi bir oyuncu olmak… Gelinlik Kızlar’da kızı rolündeki Ayşecik karakterini damat namzetine Judo ile katır teptiren, Turist Ömer’le uzay yollarında bile bizi güldüren, Ofsayt Osman’la hayata küfrettiren Alışık, sesiyle de dinleyenini dağlar, “Kartallar Yüksek Uçar”da “Kimseye Etmem Şikayet” der ve zaman durur.

Gözleri Dört Defa Lacivertti Müjgan’ın!

Kaç yaşındaydım, bilmiyorum ama ilk “Ah Müjgan Ah”a vurulmuştum. Hüsnü ile Müjgan’ın aşk hikayesi, daha doğrusu Hüsnü’nün Müjgan’a olan vurgununu anlatan film. Mehmet Dinler yönetimindeki filmde Esen Püsküllü Müjgan’ı oynarken Sadri Alışık, Hüsnü’ye can verir. “Gözleri dört defa lacivertti” der Müjgan için… Müjgan ise hususi araba, atlas yorgan ve sırmalı fistan uğruna terk eder Hüsnü’yü. Alışık, o Müjgan’la Hüsnü’nün hayalleri için ağlatmıştır seyredenlerini, belki de bu satırları yazdırmış ve karanlıkta uzaklaşıp kaybolmuştur…

Bu kadar hissederek oynayan ve hissettiren oyuncu az bulunur derken pek çok filmde oyunculuğunu konuşturan Alışık, kendine alıştırmıştır ve insan, bazen oturup yeniden seyreder filmlerini… Nejat Saydam’ın yönetmenliğini yaptığı 1961 yapımı Küçük Hanımefendi adlı filmde Ayhan Işık ve Belgin Doruk ikilisine eşlik eder. Hayat ne tuhaf vapurlar falandır ki Ayhan Işık da “Gönül Belası” adlı şarkıyı söylemesiyle şaşkına uğratmıştır takipçisini… “Bir belam var gönül derim adına” diye girdiğinde susuz değirmene döndürüp şaşkın ördek yavrusuna çevirmiştir. Alışık ve Işık, takdire şayan olmalarının dışında sanatçı değil de sanki ailemizin birer ferdi gibidir. Kendilerini bu kadar aile içinde sevdirmiş sanatçılarımızı saygıyla anıyoruz. Sadri Alışık selamı yapmadan da bir yere gitmiyoruz.

Özge Öndeş

Kaynak: http://betaarti.com/2010/11/sadri-alisik/

Olmalı mı Olmamalı mı


Bu yazı, Ludwig van Beethoven’ın hayatına ya da müziğine dair değildir. Hayatını öğrenmek isterse kişi, buyurup açıp okuyabilir; yine de onun hayatını asla tam anlamıyla bilemez ancak kendi yazdıklarından ya da etrafından oradan buradan bir yansımasını yaşayabilir. Beethoven’ın hayatına dokunmak isterse insan, onun bambaşka yansıması olan yıldızına bakabilir, eserlerini dinleyip onun hayatına dokunmaktan öte kendi yaşadıklarını onda dillendirebilir. Ne olur; Beethoven’a ve ölümsüz aşkına dair bir tahmin yürütülür ve film çekilir. Bu yazı, filmi de anlatmaz; sadece filmin hissettirdiği, belki de bir sahnesinin yaşattığı ve çağrıştırdıklarıyla alakadar olmaya çalışmıştır. Kendi ölümünü ve yansımasını da okunması bittiğinde gerçekleştirir.

Bazen bu çağa ait olmadığını düşünür insan… Ait olmanın bu kadar önemli olduğuna inanan bir çağa, etikete bu kadar ihtiyaç duyan bir zamana ait olma hissinin paradoksunu yaşar. Orta Çağ’a da ait değildir, Eski Çağ’a da… “Ben Orta Çağ’da prens ya da prenses gibi yaşar giderdim” diyene bir adet “Salo” göstermekten ne kadar haz duyulsa da ya da yaşanılan acılara karşılık her şeye bu kadar kolay erişen adeta birbirine bağlanan insanların o zamanlar nasıl yaşayabileceğini düşünmek biraz daha farklı. İki kabarık eteğe, bir tahta tav olana denilebilecek pek şey yoktur diye düşünüyorum. Zaten Külkedisi de aslında düşündüğün bir masal gibi işlemeyebiliyor.

Elbette ki her çağ kendine göre tohum ekip biçiyor ama ölümsüz sevgi nedir biliyor muyuz… Şu an bir nesneyi bile seviyor olabilirken, onunla iletişim kurarken ve “yok öle aşk üç yıl sürer, aşk şöyledir, sevgi şu elle tutulur, hede hödö sürer” diyen pek çok teori içinde bir şeylere sığınan çağın yaşamı… Mutlu olmak için nesnelere ve birbirini nesne yerine koyup sevme zamanı diyenlerin, tüketimin tadına doyamayanların şerefine geliversin, ışıklar kapansın ve ne kadar kesin bir tarihi yansıtmasa da Beethoven yıldızları, üzerimize yağsın..

Ludwig Van Beethoven, unutulmayacak eserlere parmağını basmış, notalara can vermesi unutulmaz olmuş; ölümsüz aşkı ve ölümsüz aşkına yazılmış mektuplar da… Yüzü belirsiz bir kadın, kimliği bilinmeyen tahmin yürütülen bir efsane ve bu tahminler üzerine bir film… Fona bir “Ode To Joy” (Dokuzuncu Senfoni) yakışır elbet diyerek akıl, bir an Clockwork Orange ile Leon arasında gidip gelse de sesleri susturabilirsiniz. Tıpkı Beethoven’ın kimseyi duymadığı, koskoca orkestraya hükmedip üstüne üstlük kişisel film tarihinde en güzel sahnelerden birini kafasında canlandırmasına denk düşen bir zaman gibi… Bir çocuğun suya uzandığında yıldızların arasına karışıp bir yıldız olması…

Bir piyanoya bir keman eşlik ettiğinde, bir sonbahar yaprağı nasıl süzülüyorsa öyle süzülür bu film de. Beethoven’ın çalkantılı hayatına ve ölümsüz aşkına dair bir yorum olan Bernard Rose yönetimindeki Immortal Beloved’ın başrollerini Gary Oldman, Johanna Ter Stege, Jeroeen Krabbe ve Isabella Rosselini paylaşır. Oldman Beethoven’ı yorumlar, izleyeni de pek güzel bir şekilde onu… Johanna Ter Stege için ise yorum yoktur ki, yorumsuz, öylece bakakalınır. Son zamanlarda bu satırları yazan kişinin çocukluğuna indiğimizde görürüz bu ve benzer filmleri; genelde, bazen ve belki çocukluğunda gördüğü filmleri kaleme almaktadır ama kurgu bu ya; içe işliyor. O arada bir yerde kulakta hasara yol açan babadan farklı olarak “Ludwiiiig!” diye bağırası geliyor insanın…


1994 yapımı filmi çocuk ya da çocuk yaşta sayılabilecekken seyreden küçük ergen bu ya, yapımından birkaç yıl sonra televizyonda görür. Ellerini çenesine dayamış seyreylediğinde Ludwig’in çocukluğunun uzandığı su içinde yıldızlarda kaybolmasından ve ölümsüz aşkından o kadar etkilenir ki unutmaz, unutamaz. Ludwig’le birlikte ormanda koşup suyun içinde yanına uzanası gelir. O sırada çocukça bir melodiyi duyabilmek mümkün olur; o “da da da” diye dile gelen vurgular, saflıktan Ode To Joy’a dönüşür. Müzik sustuğunda sessizlik konuşmaya başlar. Bazen çocuk Ludwig’in yıldızların içinde kaybolup yıldıza dönüşme sahnesini o kadar izler ki insan içinden “arkadaşım küçük çocuğa kispet giydirmişler gibi duruyor” diye saçmalayabilir.

Bazen hayatımın en mutlu anlarımı saymaya çalışırım, arada manyakça bir durum gibi gözükür gözüme ki bunlardan biri de Ludwig yıldızı sahnesidir, bir senfoniye dönüşür ve sonsuzlaşır. Şimdi buradan baktığımızda filmde Beethoven’ın ölümsüz aşkının kim olduğu aranmaktadır ve bir yorum getirilir de… Çocuğuna, ölümsüz aşkına, huysuzluğuna, çapkınlığına ve hoyratlığına… Kişinin ölümsüz aşkı bilinenden farklıysa ve kimse bilmiyorsa bu sırrı aramaya inanmak olmalı mıdır, olmamalı mıdır… Böyle bir yerde oturduğum yerden kumandaya basarak diyebilirim ki filmi ameliyat etmek yerine bir Immortal Beloved açıp kimin üzerine ne dediğine bakmadan sadece yaşayıp hissetmek belki de en güzelidir. Gitmeli ve bilmeli ki bu o anı canı canlandırmak için belki de son zaman. Sessizliğin senfonisini hissedip duyabiliyor musunuz…

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2010/12/immortal-beloved/

6 Ocak 2011 Perşembe

Zarif Bir Psikolojik Darbe: Black Swan


Dikkat! Bu yazı, kusurludur. Black Swan üzerine ve üzerine olmayan’dır. Belki de sadece seyredilip hissedilmesi için okumaktan şimdi vazgeçmelisinizdir.

4 yaşındaymışım, annem beni elimden tutup İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’ne bale seçmelerine götürdüğünde… Şimdi hayal meyal hatırlıyorum. Anneme çok kızmıştım. Herkes üzerinde mayo ile seçmeler için bekliyordu. Tam hatırladığım şey, annemin elinden tutarken üzerimde bikini olduğu için kendimi kalabalığın içinde çıplak gibi hissetmiştim. Muhtemelen ağlayıp, zırladım ve annem de bana simli hırkamı giydirdi. Seçmelere girdiğimde hatırladığım ise üzerimde hırka altında bikini ile dört kişilik bir jüri önünde durup korktuğumdu. Jüriden bir kadın, yanıma gelip yanağımı sevdi ve zannediyorum ki tedirgin olduğum için üzerimdeki hırkayı önden bağladı. Sonrası malum; seçmeleri kazanamadım. Black Swan’ın Beyaz Kuğu’su gibi ürkek kalmak, hayatı mükemmeliyetçi bir anlayışla yaşamaya çalışmak…

Hayatımda küçüklüğüme dair hatırladığım temel hikâyelerden biri olan “bikini balesi” hikâyesi, “Requiem For A Dream”, “Pi”, “The Fountain” ve “The Wrestler” dâhisi Darren Aronofsky filmi Black Swan’la tekrar kafamda belirdi. Senaryo; Aranofsky, John Maclaughlin ve Mark Heyman’a ait. Psikolojik bir gerilim olan filmin başrollerini ise Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis ve Winona Ryder paylaşıyor. Portman’ın oyunculuğu ise artık yüksele yüksele tepeme kadar çıkmıştır. Film, Türkiye’de henüz vizyona girmediğinden, Aronofsky’e ve izleyicisine sadık kalmak adına konusunu fazlaca irdelemek, çözümlemesini incik cincik etmek ve spoiler vermek istemiyor içim… Bu satırları yazarken bile izin vermemeye çalışıyorum kendi kendime. Black Swan, Kuğu Gölü’nde bir balerinin hikâyesini aktarıyor. Son zamanlarda gördüğüm en muhteşem kusurlu kusursuz film. Açıkçası film için çok ciddi bir kritik yazmayı düşündüm ama büyüyü bozmak istemedim. Referans verilecek pek çok film de filmi izleme halinizi yaralayabilir.

Kurulmuş Müzik Kutularında Yaşam

Klasik masalları düşünelim; söylenilebildiği ölçüde bu masallar, aslında hiç beklenmedik şekilde mutlu değil vakit geçirmek adına cinsellik ihtiva eden ve aslında tamamen farklı olduğu söylenen masallar… Külkedisi, Pamuk Prenses, vs… Grimm Kardeşleri ve masallarını bir hatırlayalım. Kuğu gölü de Black Swan’ın döşemesi. Kuğu Gölü, ne kadar zarif ve gülümseyerek hatırladığımız bir eser. Peki, bu eser zarif bir şekilde psikolojinizi bozmaya kurulursa. Bir müzik kutusunda balerini dönmesi için kutuyu kurmak… Annenizin ya da kendinizin “bunu, şunu yap kusursuz bir şekilde saatinde okula git, işine git” diye sizi kurması. O kutunun dışına çıktığınızda afallamanız. O kusurlu dünyada önünüzdeki tek engel, siz iken mükemmel olmayan çalışmanız.

Mükemmeliyetçilik; kusurlu eksiklik, bazen en zayıf noktanız ve Faşizm de trenlerin tam vaktinde kalktığı bir ideoloji. Her şey planlı, programlı ve kusursuz. Hayat, mükemmel değilken mükemmeliyetçi tavırda onu kusursuzca inşa etmeye çalışmak hatta mükemmel bir yerde inmeyi isterken mükemmel bir şekilde düşmek. Günümüz dünyasında kusursuz hiçbir şey yok, “Estetize Edilmiş Yaşam” var. Her şeyin bir zayıf noktası olduğu gibi faşizmin kaynağına giden yol estetize etmekten geçiyor. Sevgilinizi estetize edersiniz; hayatınızı, işinizi ve en önemlisi kendinizi… Her gün yeni bir kat boya geçersiniz üzerinizden ki üzerinize, beyninize ve kalbinize açtığınız yaralar gözükmesin. Mükemmeliyet peşinde koşarken de hep eksik kalır, yarım bıraktığınız insanlar, mutluluklar, işler, tabağınızdaki yemeğiniz ve yarım bıraktığınız kendiniz.

Mükemmeliyetçilik, kişiyi örseleyen yegâne kusurlardan biri olabilir, yarım bırakır gidersiniz; ne gerek vardır, mükemmel olmayacaktır nasılsa. Tam formuna kavuşmamış bütün “şey”ler, kusursuz bir pazarlamayla kusursuz gözükebilirler, peki bir “Prestige” özlü sözüyle dile gelirsek dikkatli bakıyor musunuz?

Mükemmel iş, aşk, hayat nedir; kime göredir… Annenize, babanıza, çevrenize ya da size göre mi? Gerçekten istenen bu mudur? Kurulduğunuzda bir kutunun içinde kusursuzca dönmek… Aşırı kurduğunuzda müzik artık iyi eskisi gibi çıkmayacak, balerin de yavaş yavaş dönecektir ve bir gün bir bakmışsınız hatta eve de gelmişsiniz ama çocukluğunuzdan kalma balerini de içinde döndüğü kutuyu da bulamamışsınız. Verili mükemmellik diyebiliriz belki buna. Bütün roller paylaşılmıştır. Kendi hayatınızın başrolü olmak için çabalarsınız, birileri gelir size çelme takmaya çalışır, baştan çıkarmaya çalışır ama bu sizin kendinize verdiğiniz aşırı doz mükemmeliyetçilikten kaynaklanan önünüzdeki tek engel, size dairdir. Peki mükemmel olduktan sonra ne olacaktır, alkış mı kusursuzluğun ölümü mü… Verili mükemmeliyeti yaşadıktan sonra bir daha kendinizi deneyimleyebilir misiniz, kusursuz bir şey eksiksizse, kendi ölümünüzü gerçekleştirmiş olabilir misiniz… Asıl olan hayatı yaşayarak kusurlu bir kusursuzluk olmasın…

Bale, estetiğin tavan yaptığı bir sahne sanatı. O kusursuz forma girebilmek için o ayakların çektiği eziyet, mekanik bir çalışmanın kırılma noktası. Görünüşte kuğu gibi süzülen baletlerin sistematik çalışması ve o kusursuz dik duran babetleri dolduran sıkıştırılmış ayaklar. Orta Çağ’daki göğüs sıkıştırıcı elbiseler, modernizmin getirisi yüksek topuklu ayakkabılar. Bale, uğruna ömrünüzü adayabileceğiniz bir kendini gerçekleştirme yolu ama hiç de kolay olmayan bir yol. Kusursuz bir duruş, kusursuz bir gösteri.

Modern dünyanın insanı da kutuya sıkıştırılmış balerinler gibi, sürekli bir eksiğini tamamlamaya sürekli koşturmaya çalışırken asıl olan hissetmeyi hep kaçırıyor. Düzenli bir kaos içinde hepimiz birer balerin değil miyiz, mükemmel kutumuzda dönmeye çalışan… Ve böylece estetize edilmiş yaşam, yaşamın tüketiminin ve yeniden mükemmel üretiminin genel sonucu olarak karşımıza çıkar. Yaşamın her anı, yanı, başı, sonu estetize edilir ve tüketilir ki estetize mükemmel olsun. İlişkiler yarım, işler yarım bırakılsın Abelard’dan Eloise’e her istek bırakılmış olsun. Bu garip yaşam içinde kendi kusurlu kusursuzluğunu yaşayıp hissetmek kusurların en güzeli de olabilir. Filmi hissetmek de “işte böyle bir şey” olsa gerek…

Kötülük birikerek sırta vururmuş, ya da sol omzunuzdan size seslenirmiş diye söylenilegelir. Bir de dramatik açıdan en önemli ikilemi hatırlayalım. Filme baktıkça artık meleklikten kovulmuş bir meleğin ihaneti de akla düşmektedir. Film hakkında ne desem boş belki de şu an için, sadece izlemek gerekir. Dava sonucu Aronofsky ve Portman; kusurlu kusursuzdur. Kusurlu kusursuzluğu karşısında film bittiğinde nefessiz kalıp yatağınıza mükemmel bir şekilde düşebilirsiniz ki böylece tavanla bakışma haline de yakalanabilirsiniz. Sahne sanatları böyledir; sinema böyledir, kendi ölümünü gerçekleştirdikçe tüketildikçe gerçekleşecektir. Bale de sinema da estetize edilmek durumundadır ve bir görüntü işidir. Pasolini ayarı vermeden “Black Swan” sinemadır, kusurlu kusursuz ve kusursuz kusurludur. Kuşkusuz bu yıla damgasını vuracak nitelikte bir filmdir. Ben burada “bidi bidi” bir şeyler yazarken bu yazı da kendi anti tezini üretir. Aronofsky’nin önünde kalemimi bırakabilirim ki izlerken hissederseniz; Black Swan’ın kusursuzluğu da kusurluluğudur.

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2011/01/black-swan/

bir rüyaya sövgü 3. bölüm

“Bir ya da birden fazla rüyaya ağıt yakılır mı” diye iç geçirmiştim en son rüyamı gördüğümde… İki düş bir araya gelir ve nur topu gibi bir çocuğu olur; rüya rüyayı doğurur. Luis Bunuel’den olma Salvador Dali’den doğma Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) aklıma düşer, elim karıncalanır; bir kadının gözü kesilir ve bir rüya güncesi böyle başlar. İki düş bir araya gelir ve sonrasında; bilinçaltını didiklemeden sürreal rüyalar olsun efendim…

3.Bölüm
Eller Eller Eller

Bir kadın, muhtemelen uçak penceresinden uykuya dalarken görüldü…

Üzerinde dekolteli beyaz bir elbiseyle köyde koşuyordu, birinden kaçıyordu şüphesiz ya da kendi bile nereye geleceğini bilmiyordu. “Hele bir soluklanayım” dediğinde karşısındaki evin penceresinde duran kadını gördü, kendini… Bu bir ayna değildi, ayna halkı da canlanmamıştı; şaşkınlıkla evin yanında toprağın içinden çıkan elleri gördü. Siyah eller yavaş yavaş toprağın terini silmeye hazırlanırcasına evi sarmaladı. Kadın, penceredeki kendisiyle birlikte ellerin, evi yıkmasına karşı haykırdı. Uyandığında ise uçak koltuğunda uyuya kalmış “Leydi deme bana” Güngör Bayrak’tan başkası değildi…

Leydi Bayrak, rüya mekanını köye geldiğinde tekrar görecek ve kabusundaki aynı manzara karşısında şaşıp kalacaktı. Natuk Baytan’ın yönetmenliğini yaptığı Fikret Hakan, Bulut Aras ve Güngör Bayrak’ın başrollerini paylaştığı “Toprağın Teri” adlı filmin açılış sahnesi, zamanının çok ötesine bir çalım atmıştı. Öyle bir rüya tasviri ki dönemin seyircisi olarak kimi çocuk yaşta olanların rüyalarına girdi. David Lynch haset etsin ki bu sahneyi her gören kişi, bakakaldı. Varoluşun ellerinden karaca olan o eller, Türk sinema tarihinin en enteresan açılışlarından birine imza atarken, başka kabuslara yol açtı.

Tam hatırlanamayan bir tarih, muhtemelen 80′lerin sonuna doğru…

Bir cuma gecesi, TRT klasiği olan Korku Filmi Kuşağı ile geceye uyanır mı insan… Bir başka gece değildir, Alacakaranlık Kuşağı’ndan hemen sonra beliren tuhaf bir alışkanlıktır. Karikatür çizimi ile meşgul bir adam, kaza sonucu elini kaybettiğinde kesik eli ortadan kaybolur. Bizler “ne oluyor burada” diye ekrana bakarken el, birden ortaya çıkar; koptuğu adamın canını sıkanları tek tek indirmeye başlar. Çocuk yaşta böyle psikopat filmlere hatta “Clementine” gibi psikopat bir çizgi filme maruz kalmak tabii ki klişeleşmiş olarak 80′lerde doğmuş çocukların, TRT tarafından yazılmış bahtıydı. Oliver Stone yönetmenliğinde Michael Caine’in başrolünde olduğu, bu satırları yazan kişiyle 1981 yılında doğan “The Hand” filmi, “çocukluğumu yedi” dedirtecek türdendi. O elin parmaklarının yürüyüşü, çocuğun rüyalarına girdi. Yatağı her seferinde kontrol ediyordu, bir el çıkar da boğazıma yapışır mı diye… Bir dönem bununla uğraşan çocuk, hatırlayamadığı bir zaman başka bir rüyaya dalarken görüldü.

Doksanlardan bir gün, bir gün bir çocuk eve de gelmiş, kimse yok; açmış bakmış TV’yi çocuk filmi sanmış “Teyzem”i!

Televizyonun şu an hatırlayamadığım bir kanalı… “Umuuur” diye seslenen Müjde Ar’ın yatağının altından çıkan babası ile bu seferki kabus, yatağın altında biri mi var paranoyasına dönüşmüş. Çocuk, yatmadan üç- beş defa yatağın altına bakmaya başlamış. Yatağın altından çıkan korkular ve uzanan el, yine manyak etmiş körpecik 80′lerde doğmuş çocukları ve belki de sonrasını… 1986 yapımı Halit Refiğ’in enfes filmi “Teyzem”, kuşkusuz tepetaklak etmiş, duvarda ezan okuyan saat teklemiş; yanı başımızdaki yemlenen tavuklu saate bakarak uykuya dalınmış. Bu arada bir yerde Hülya Koçyiğit’le Hakan Balamir’in başrollerini paylaştığı Diyet, rüyalara girmede “kol” üzerine çalışırken; Türkan Şoray, Kartal Tibet ve Murat Soydan’lı “Zulüm”de Şoray’ın Tibet için koluna kıyması ise “Seni Ben Ellerin Olsun Diye Mi Sevdim” şarkısını hatırlatırcasına bu kulvarda çocukluğumuza damgasını vurmuş.

Bir de Kathy Bates ile bacaklara çalışmış Misery adlı filmi de unutmamak mümkünmüş. Çocuklar büyümüş, saçma sapan korku filmlerine maruz bırakılmış, iyi örneklerini de ayakta alkışlamış. Artık çocuklarımız el, kol, bacak vs uzuvlarından uzakta ve çok yakınında Uzak Doğu sinemasıyla rüyaya dalarken mutlu muymuş….

Rüya Bilimciye Not: Açıkta olan yerleri kontrol ettim. “Beni Oku”ma!

Özge Öndeş

Yıkanmak İstemiyoruz!



Ünsal Oskay’ın Anısına
Bir Salı akşamı Ünsal Hoca’yla derse başladın mı hiç…

Salı günleriydi dersleri, evet yanılmıyorsam Salı günleriydi… İple çekerdik; o zaman gelsin de Ünsal Hoca bizi aydınlatsın, aydınlanmanın diyalektiğine varalım diye. “Pasajlar” derdi vurgulayarak… Bazen “Okuyan var mı”, bazen de “hala okumadınız mı” şeklinde söylenirdi. Sanki yanı başımızda bir soba vardı, üzerinde kızarmış ekmeklerin kokusu üzerine de Ünsal Oskay’ın tarifsiz yorumları… Bir gün bir poşet mandalinayla geldi sınıfa ve öğrencilerine “tek başıma mı yiyeceğim aranızda paylaşın” diye söylendi. Hayatınızda kaç hoca size mandalina eşliğinde Benjamin, Adorno, Mary Shelley, Marx anlatırdı, Dr. Frankenstein’la King Kong’u kapıştırırdı… Bu kişi, olsa olsa “Yıkanmak istemeyen çocuklar”ın hocası Ünsal Oskay olmalıydı.

“Okuyun” derdi tekrar ve tekrar “Karanlığın Yüreği okuyun, Moby Dick okuyun, Estetize Edilmiş Yaşam okuyun”… Ölümsüz Tanrılar olarak adlandırdığı sinema izleyicilerinden dem vurup mitolojik havalara atıfta bulunurdu. “Uykuda Sevilen Kızlar” kitabından King Kong’a uzanan aydınlanmanın yüreğine doğru masal dinler gibi ilerlerdik onunla… Sonra bir gün aramızdan ayrıldı ve onun anısına burada tekrar bir masal dile geldi…

Bir varmış ya da yokmuş uzak diyarların birinde bilge bir adam yaşarmış. Söylenceye göre bu bilge, etraftaki uçsuz bucaksız diyarların her birindeki kitap sayfalarından kendine bir ev yapmış; bütün duvarlarını sayfalarla kaplamış, kapısını sayfalarla ayırmış, pencere perdelerini de özenle sevdiği kitaplardan seçmiş ki onları okuduktan sonra evi aydınlansın diye… Duvarlar üst üste sayfalardan oluşmuş; ayrı ayrı kitaplar halinde örülmüş. Çamaşır ipinde bile çorapları yerine rüzgarlarda uçuşan sayfalar asılıymış bahçesi boyunca… Yıllar yılı uğraşmış bu evi yapmak için bilge, yememiş içmemiş okumuş hep.

Yer Sayfa Gök Bilge

Her hafta farklı diyarlardan öğrencileri, bu sayfaları özenle okumak için gelirmiş. Gökyüzüne doğru uzanan uçsuz bucaksız bu büyük sayfalara uzanmak için sayfaların bittiği gökyüzüne ulaşmaya çalışırlarmış. Evvel zaman içinde bilge, sayfalarda anlatılan bazı hikayeleri öğrencilerine aktarırmış. Çocuklar sabırsızmış, bir an önce bilgilerin hepsine ulaşmak isterlermiş. Bilge ağır ağır anlatırmış bildiklerini…

Öğrencileri sohbeti bitmesin ister, hep anlatsın diye gidecekleri zaman için evine bağladıkları iplere okudukları sayfaları asar ve bir hafta içerisinde çeke çeke bilge adamın evine ulaşırlarmış. Dönüş yolunda ise ödünç aldıkları yeni sayfaları eski sayfaların üzerine ekleyerek ipi çeke çeke biraz da ağır adımlarla geri giderlermiş. Böylece sayfadan evin binlerce sayfadan köprüsü olmuş. O kadar muhteşem bir görüntü oluşmuş ki iplerdeki sayfalar rüzgarda dalgalandıkça uzaktan bakana kağıttan bir tepenin etrafındaki sayfa denizi dalgaları gibi görünürmüş. Öğrencileri artık yıkanmayı reddederek bu sayfadan denizde yüzmeye başlamışlar. Bazıları çok açılmış, bazıları kağıt evin etrafından ayrılmak istememiş. Bir gün öğrencileri sayfaların üzerinde durmaya çalışıp okurken fırtına kopmuş. Kağıttan evin bütün sayfaları engin denizin üzerinde uçuşmaya başlamış. Son sayfaya kadar tek tek ayrılmışlar evden. Yer sayfa deniz, gök sayfa gök olmuş. Ardından yerle gök karışmaya, bütün sayfalar dans eder gibi birbirine geçmeye başlamış. Daha sonra rüzgar hızlanmış ve sayfalar birbirini tamamlamış. Yer kapak, gök kapak olmuş.

Büyük bir kitap içindeki öğrencileri bu manzara karşısında ne yapacaklarını bilememiş ardından bir gök gürültüsü duymuşlar. Birden sayfalardaki yazılar üzerlerine yağmaya başlamış. Önce birkaç cümle dökülmüş sonra bütün paragraflar, pasajlar ve hepsi. Bilge gitmiş ama bütün bildikleri yıkanmak istemeyen çocuklarının üzerine dökülmüş, içlerine işlemiş. Bugün hala o büyük kitabın sayfalarının o öğrencilerin hafızalarında saklı olduğu söylenir. Öğrenciler ise her an yanınızdan geçebilir, sinema salonunda yanınıza oturabilir. Kapıdan annem bir mandalina poşeti ile girmiş ya da gökten üç mandalina düşmüş, hepsi de Bilge’nin anlattığı kuramlarla kafamıza düşmüş.

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/11/unsal-oskayin-anisina/