3 Kasım 2010 Çarşamba

Pasifik’in Hafızası Yoktur…

Parliament Sinema Kulübü Sunar…


Bir zamanlar küçük bir çocuk vardı. En sevdiği şeylerden biri kendi yaşıtları için artık klasikleşmiş olan Parliament Sinema Kulübü’nü iki eli yanağında seyretmekti. Bu sinema kuşağının zamanla büyüttüğü o takipçiyi etkileyen pek çok film oldu; Esaretin Bedeli’nden Kasabanın Cadıları’na, Batman’den Kızarmış Yeşil Domatesler’e kadar neredeyse yayınlanan çoğu filme “vaov” demekteydi. Bir gün eline bir keski alıp posterin altından duvarı oymak isterken diğer gün hiçbirimizin hatırlamak istemeyeceği Cher saçına benzetmeye çalıştığı saçlarıyla “cadı olmak, muhteşem bir şey yeaa” diyebiliyordu. Günlerden bir gün, pazar oldu ve o zamanlar bu satırlarda tekrar anılmaya başlandı…


29 Ekim 1995

“The Shawshank Redemption”, Parliament Sinema Kulübü’nde yayınlanır…

“Dünya başka bir dünya gibiydi. Uysallaştırılmış, zincire vurulmuş bir canavara bakmaya çalışmıştık, oysa orada gördüğümüz, canavarca ama özgür bir şeydi. Dünya dışında bir şeydi, insanlar da, hayır, insanlık dışı değildiler. En kötüsü de buydu anlıyor musunuz? İnsanlık dışı olmadıkları kuşkusu… Ağır ağır çöküyordu bu duygu insanın üstüne… Çığlıklar atıyorlar, sıçrıyor, oldukları yerde dönüyor, yüzlerini korkunçlaştırıyorlardı; ama insanı heyecanlandıran, insanlıklarını- sizinki gibi olan insanlıklarını- ve bu çılgın, coşkun kalabalıkla olan uzak akrabalığını düşünmekti. Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yüreğin varsa, o gürültünün korkunç sıcaklığının, içinde ufacık da olsa bir tepki yarattığını kabullenir; senin- ilk çağların gecesini böylesine uzak olan senin-kavrayabileceğin bir anlamı olduğundan uzakta uzağa kuşkulanabilirdin.”

James Conrad – Karanlığın Yüreği

Başarılı bir bankacı olan Andy Dufresne (Tim Robbins) karısını öldürmek suçuyla itham edilerek Shawshank hapishanesine yollanır. Gün gelir, hapiste “Kızkardeşler” gibi pek çok belayla uğraşan Andy’nin hayata tutunması, evliya sabrı oradaki herkesi ve sinema severleri etkiler. Andy’e gerekli olan bir Rita Hayworth ve bir de keskidir. Kuşkusuz Andy dışında seyreyleyenin gönlüne ömrünün neredeyse çoğunu içeride geçirmiş “Red” Redding (Morgan Freeman) ve Brooks (James Whitmore) de işler. Frank Darabont’un yönetmenliğini yaptığı The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli), 1995 yılında En iyi Film için Oscar’a aday olur. Bir tüy uçar ve o yıl akademinin ödülü “bu konuda anlatmak istediklerim bu kadar” diye tekrarlayan bir bank beyefendisine gider.

Ne zaman bir eserinin sinemaya uyarlandığını görsem bir çeşit bağımlılık etkisi yaratan Stephen King’in “Rita Hayworth and the Shawshank Redemption” öyküsünden uyarlanan film, 7’den 70’e çoğu izleyicinin gönlünde taht kurmuştur. Monte Cristo Kontu’nun Ramiz Dayısı gibi karanlığın yüreğini kazmıştır. Bu kazınma “bu kadar özgür olup da esaret altında bu kadar olan başka bir çağ var mı” dedirten çağımızın insanlarının içine işledi. Dünya bir hapishaneydi ve biz onu kazmaya çalışıp “Pasifiğin Hafızası”nın olmadığı bir yere düşmeye çalışıyorduk. Andy, kendi belleğimize hapsolmuş bireyler olarak büyük gökdelenler ve sıkıştırılmış binalar arasında uçsuz bucaksız bir deniz ve sade bir hayat özlemine düşen her birimizin bir tarafına dokundu.


Kişinin işlemediği bir suç yüzünden esaret altında kalması sadece dört duvara kapatılmasını gerektirmez. Biz de bir suç işledik mi bilmiyorum ki bu kadar özgürken esaret altında, bir nesneye veya bir kişiye ya da herhangi bir şeye bağımlı üçüncü türden bir cins olduk. Brooks misali bazen “şeyler”e bağımlı dış dünya da esaret altındadır. “Brooks was here” yazısı gibi bir yazıyı çakıyla kazımamak için kişiler bir keski alıp etraflarına örülmüş istemsiz duvarı aşmaya çalışır. Pantolonundaki taşları kendi bahçesine boşaltır, içine atar. Rita, Raquel ya da Marilyn gibi kendine bir de kılıf bulur. Bazen insanı çevreleyen ona mezar olan hapishanesi dört duvarına posterler yapıştırır. Kişinin elinde olmayan nedenlerden kaynaklanan kendi esaretinin ızdırabı hepsinden beterdir. Dışarı çıktığında çok karanlık bir yerden dışarı çıkmış gibi sendelersin. Dışarı çıkmadan da yaşlandığını görüp kendi gençliğinde yapamadığın, ya da kendi gençliğini gördüğün birine ön ayak olmak istersin. Hiç beklemediğin bir anda yok olur gider, aynı gençliğin gibi…

Müzik açarsın ki pencereden dışarı çıksın. Yalnız dinlememek için, paylaşmak için ya da hayatında o kadar güzel bir şarkı dinlemeyenler için, nihayetinde ona yaşadığını hissettirmek için… Duvar delinmiş tünel açılmaya başlamış, vazgeçmemek şart olmuş, bunun adı da umut konmuş. Değişimin zamanı geldiğini anladığında insanlar ne giydiğine bile dikkat etmemiş, alıştıkları gibi beklemişler senden her şeyi… Seninse kendine saygın ve inancın tek gücün olmuş. Öte yanda ezbere söylediğin şeylere inanmamaya başlamış ve boşvermişsin ama yıllardır kullandığın kendi tuvaletinden başka yere işeyememişsin, hatta kendi deneyiminle o işi izin almadan bile yapamaz hale gelmişsin. sonra bir yolculuğa çıkıp bir ağacın altında elini taşın altına sokmaya karar vermişsin. Deniz kenarında seni bekleyen huzurlu kumsala ve en iyi arkadaşına kavuşmuşsun, kendine… Redd ve Andy uzlete çekilmeyi seçer, Brooks ise vazgeçmeyi. Çağın bu yüksek yapılarından atlamak ya da kaçmayı seçer gibi; hepimizin isteğini Andy bir sahilde gerçekleştirir ve derler ki; “pasifiğin hafızası yoktur”.



Brooks, Being There’deki Chauncey Gardiner gibi ana rahmi misali ininden çıkınca afallar ve geri dönmek ister. Chauncey’den farklıdır nihayetinde deneyimi… Belki de Andy, Redd ya da Tommy’den izleyen kişileri çok daha fazla etkilemiştir “Brooks was here”… Alıştığı yer, kişi ya da durumdan kopamayan Brooks direnememiş, Andy ise uçsuz bucaksız Pasifik’te yeniden doğumunu gerçekleştirir. Bir sandal, bir kumsal ve masmavi denizde eski bir dosta kucak acar, Redd’e ya da kendine… Biz de bakakalırız belki de hakikatten çekilecek bir uzlet yoktur artık çağımızda ya da Andy gibi umut var olduğu sürece her şey mümkündür, kim bilir belki uzlet bile…

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/10/parliament-sinema-kulubu/

Köpek ve Kumandanın Güncesi 2. Gün

Fonda Glasvegas çalıyor ama ben rahat ve arttırarak huzurlu uyuyorum.



Dikkat bu yazı yüksek miktarda Glasvegas- “Fuck You It’s Over” içermektedir. “Fuck You It’s Over” açmadan okunması tavsiye edilmez.

Ne kadar edebi olunur ki diyebiliyor insan kendi kendine.. Yine, yeni ve hatta yeniden söylüyor. Anemi, dumansız sigarayla bir köpeğe seslenirken it kopuk kumanda, yine koltuğun üzerinde sere serpe yatıyor. Glasvegas çalıp söylüyor, ardına bakmadan “Fuck You It’s Over” diye inliyor. O kadar içten söylüyor ki böyle kelimeler kullanması ve bunu bir o kadar da hissederek söylemesiyle “hanımefendi ol” dedirterek kumandayı duvara atası geliyor insanın… Maybeshewill, “In Another Life When We Are Cats” dinlerken “The Rules of Atrraction” döşemesi harfleriyle tavandan akıyor. “Nobody knows anyone else ever! (Kimse kimseyi bilemez, bildin mi)” diye haykırdıktan sonra “Wow, deal with it Sean. It’s over, rock n’ roll (Vay idare et Sean, bitti gitti, haydi rock’n roll)” repliğini hatırlıyor insan. İdare edemem kumanda, seninle hiç edemem.

Saat 04.37 itibariyle oradan geçen bir kadın, “Ben daha gerçek bir güzellik istiyorum” diye söyleniyor. Şimdi ezik konuşmanın bir anlamı yok! Niye konuşur ki bir insan hamburgeri bitince; “ne güzel hamburgerdi ya da allah belanı vermesin hamburger” diye… “How I Met Your Mother” Marshall’ı gibi hep o özlediğin hamburgeri mi ararsın sokaklarda ya da Erkin Koray mı dile gelir sokaklarda ne ararsın diye… Şimdi burada bir Fuck You It’s Over, bir dur!

Darren Clint Hubert Code

Kumandanın yapaylığına alışmış bünye, saat 05.37 itibariyle televizyon denen gürültü kutusunu açarken görüldü…

İlk sinema deneyimini, henüz üç yaşındayken, annesi ve babasıyla 1984 yapımı “Kayıp Kızlar” seyrederek yaşayan bir kız, televizyonda Halit Refiğ filmi “Beyaz Ölüm”le karşılaşır. 1990 yılı, ama ne yıl, kız o zaman 40 yaşlarında bir Necmi; Bodrum’da bir kıraathanede pişpirik oynuyor. Televizyonda “Beyaz Ölüm” yayınlanırken yüzü pakça iki turist gelip kendisine yol yordam soruyor. Pişpirik Necmi ise “ hele bir soluklanın, Osman abi iki çay” diye masaya çiviliyor turistasları… Helal süt emmiş iki genç turistin gözü, televizyonda oynayan Beyaz Ölüm’e kayıyor, soluksuz izliyorlar.

Pişpirik Necmi, içi geçmiş bir şekilde çekirdeğini çitleyip son kâğıdını atarken “Ahu delleniyor yine” diyor kendi kendine… Turistler kendi hallerinde şaşkın şaşkın otururken Necmi’nin askerlik arkadaşı İzzet Öz geliyor ve ekliyor “bu filmin de müziklerini ben yapmıştım ne günlerdi” diye… O sırada turistlere ve televizyona yancı olarak gelen diğer bir turist, “Hmm music?” diye atılıyor. Birlikte çekirdek çitlerken Necmi, isim soruyor tek tek… “Clint” diye cevaplıyor İzzet Öz’le konuşan… Nur yüzlü olan diğeri “Darren” diyerek tekrar katılıyor muhabbete. Öteki de geri durur mu; hemen “Hubert” diye atlıyor. Koyu muhabbete dalan bu beşliden Hubert, filmden çok etkileniyor; “ben bunun kitabını yazarım” diye masaya vuruyor, Darren da “aa ben de filmini çekerim, ne güzel olur ” derken masaya “aha şuraya yazıyorum” işareti yapıyor hatta durmuyor, kıraathane demirbaşı masaya “Darren was here” diye ekliyor. Clint de “ben de müziklerini yaparım ne güzel olur” gibisinden bir şeyler söylüyor. Necmi ve İzzet Öz’den helallik alan Hubert, Clint ve Darren oradan uzaklaşıyor, ufukta kayboluyor.


10 yıl sonra

Pişpirik Necmi, kıraathaneden biriktirdiği çekirdekleri geri dönüştürerek bir iş kulesi sahibi olarak televizyonun karşısında çekirdek çitliyor. Vizyon filmlerini televizyondan seyredebilme lüksüne sahip eskinin pişpiriği, 12 yıl sonranın kodamanı Necmi, karşılaştığı ilk vizyon filmini açıp “hadi bakalım kolay gelsin” mırıldanıyor. Filmi seyrettikçe sahneler bir yerden tanıdık geliyor. Sonra jenerik akınca Ezel’den Yiğit Özşener tepkisiyle “hadi be” şeklinde farkındalık yaşıyor. Darren, Clint ve Hubert isimlerini birarada görünce şok oluyor. “Bizim hippi silahşörler yahu bunlar” diye “hadi be”liyor. Yönetmen Darren Aronofsky, senaryoda Hubert Selby Jr, müzikte Clint Mansell. İvedilikle google’da aratıp Dan Brown edasıyla üç ismi birleştirince “Requiem For A Dream” diye bir film adı şifresini çözüyor. “Adamlar söylemişti de inanmamıştım” diyerek çekirdeklerini çitlerken İzzet Öz’ü arıyor. İzzet Öz cevap veremiyor. Aklına masada “Darren was here” yazısı düşüyor ve adamlarına masayı bulmaları için emrediyor. Derken üç yaşında Teyip Kızlar seyreden kız, Necmi rüyasından uyanıyor. Arkasından da bir ağıt yakıyor. Elinde kumanda “Beyaz Ölüm” bitmiş, sabah programları çiçek açarken “Her şey de hep rüya çıkıyor” diye kendi kendine söyleniyor. O sırada içerden bangır bangır çalan “Fuck You It’s Over” loop loop dönüyor. Kumandaya bakıp aynen sesleniyor. “fuck you it’s over kumanda” diye fırlatıyor duvara…

Kumandanın kafası duvara çarpıyor. Cama yapışan bir liralık minik örümce adam gibi “ciulk viuv” diye duvardan kayarken kanı duvarda kendisi gibi aşağı doğru ivme kazanıyor. “Mini örümcek nasıl örümcek adamın simulasyonuysa sen de o kadar yapaysın kumanda” şeklinde bir de üzerine Sezercik tükürüşü gerçekleştiriyor.



Gözlerini Aç!

Yıllardan 2046, herkes bir sabah uyandığında kumanda olarak uyanıyor. Duvarda Antonioni’den “Blow-Up (Cinayeti Gördüm)” posteriyle göz göze gelen kumanda parçalayıcısı, bir süre sonra kumandayı attığı karşı duvara bakıyor. Tertemiz duvarı görünce “bu da ne böyle” diye dehşete düşüyor. Etrafa bakarken kafasını sağa çevirmesiyle it ve kopuk kumanda, koltuğun üzerinde sapasağlam keyif yaparken görülüyor. “Blow-Up” posterine bakıp “Cinayeti gördüm” diye bağırıyor; “Kumanda buracıkta yatıyordu, Bu bir rüya olmalı” diye kendini çimdirip postere bağırıyor. “Hay bin köpek” şeklinde kumandaya söylenirken Glasvegas, içeriden sesleniyor; Fuck you it’s over! “Ne menem bir Grondhog Day’dir bu” diye serzenişte bulunan kız, kumandadan koşar adım kaçarak içeri yatağına uzanıyor. Yanında duran fake plastik örümce adamı cama fırlatıyor, “cilk viuuu” diye sese “fuck you it’s over” diye ateş açıyor. Gözleri kapanırken sanki yanı başında ninni söyler gibi Glasvegas aynı cümleyi tekrar ediyor. Bu kadar içli söylerken, bir bitişi dillendirse de “her bitiş yeni bir başlangıçtır” felsefesinden feng suşileşen kız, kumandadan uzak bir diyarda uykuya dalıyor. Gülümseyerek uyuduğu görülen bu yabancı, yatağında karıncalanıyor ve kayboluyor.

Özge Öndeş
Kaynak: Kaynak: http://betaarti.com/2010/11/glasvegas/

Köpek ve Kumandanın Güncesi 1. Gün

Fonda IAMX çalıyor ama ben gözlerimi kapatamıyorum…

Dikkat bu yazı yüksek miktarda IAMX – Think of England içermektedir. Think of England açmadan okunması tavsiye edilmez.

Ne kadar edebi olunur ki diyebiliyor insan kendi kendine… Biraz önce yan odadan aldığınız bir haber, fonda çalan Think of England. Resmi kafamda canlandıramıyorum. Hayatıma fon olan Charlotte Sometimes’ta geçtiği gibi bütün yüzler ve sesler bulanıklaşıyor. Kafamı yukarı kalırdığımda Red House Painters tavanından kırmızı damlalar dökülüyor. Gökyüzünün kıpkırmızı olması ve yağmurun kırmızı yağması gibi… Yer mavi, gök kırmızı oluyor.

Geldik o malum şarkıya arkadaşlar!

Anemi, dumansız sigarayla bir köpeğe seslenirken sizin başkalarına anlattığınız öyküleri, kendileri yazmış gibi bir net sayfasında yazıyor. Birlikte yazdığınız masalı kendi yazmış gibi yayınlıyor ya da utanmadan sizin ona ithaf ettiğiniz hikayeyi ‘San Petersburglu Hala’ gibi bir başlık altında kendi yazmış gibi davranıyor. ‘Ben çaldım mı hiç’ diye düşünüyorum, başkasının anısını çaldım mı; çaldıysam özür diliyorum. Kendimi bilmemişim… Ama bak, sen ne yapmışsın, kendine ait bir anın olmamış, kendine ait bir dakikan, elbisen, yaratıcılığın bile olmamış. Sanıyorum seni kafamda canlandıramıyorum. Öyle oradan buradan çalmışsın ki, başkalarının hayatlarını istemişsin görüntünü hatırlayamıyorum. Başta eser sahibi olarak sinirleniyorsun; “Köpek o yazdığını sana ben anlattım, ben yazdım” diyebiliyorsun, bir garip garabet meleği gibi oluyorsun. Kendi kendine “Ne saçmalıyorsun” diyorsun… Kolunu kaldırıp kumandayı almaya bile niyetin yok. Kumanda sana bakıyor sanki.. O bir eşya da olsa çağın hastalıklı nesneleştirilen canlısı olarak kumanda sana basıyor ve sana oynatıyor gibi… Başta ben olan artık sen oluyorsun. Senin mecalin yok ona parmağınla dokunmaya… Kumanda basıyor, sen oynamaya başlıyorsun. Bu isteksizliğinle seni oynatıyor. Kafkaesk bir böcek olarak uyanmıyorsun ya da Umut Sarıkaya’nın deyimiyle sabah kalktığında Kıvanç Tatlıtuğ dönüşümü yaşamıyorsun. Sen bambaşka bir şeye dönüşmüşsün haberin yok… Yaklaşıp içine Malum Dr. Jeckyl ve Mr.Hyde kumanda giriyor ya da Cronenberg filminden çıkmış gibi ruhumda dolanıyor. Sana uzanmasaydım senin o tuşuna basmasaydım sen de bu hissettiklerimi duymayacaktın. Sen kimsin, onu da bilmiyorum ya da Mogwai’nin “I Know Who You Are But What Am I” moduna girebiliyorum.


Ne kadar edebi olunur ki diye sesleniyorum sana kumanda… Jane Austen, seninle karşı karşıya gelse ne yapardı; ben gurur yaptım, sana uzanmadım, sana yetişemedim ya da uğraşmadım. Sen koltuğun üzerinde dururken nerede olduğunu bile bilemedim. Şimdi seni alıp kendi kendime doğrultmak istiyorum. Bu müziği sustur, çeneni sustur, seni, beni, onu ve her şeyi sustur… Test yayını yapıyorum kendi kendime… Sen benimleyken, içimde sinsi sinsi dolanırken Sirkeci Tren Garı ya da Haydarpaşa Garı’nda olabiliyorum. Think of England çalıyor, gözlerim bağlı tren raylarında koşuyorum. Ey dünyanın en gerzek icadı olan kumanda, neden herkes için bu kadar önemlisi, neden bir televizyon üstü dantelden daha gerçekmişsin gibi yapıyorsun.

Son Gölge Kuklası

Yıllardan 2046, herkes bir sabah uyandığında kumanda olarak uyanıyor. İplerini elimde tutarken eğleniyorum, iplerim senin elindeyken aciz olduğumu kabul etmiyorum. Dönüp sırtımı uyuyorum. Sana o kadar uzağım ve yakınım ki kafamda senin resmini bile çizemiyorum, seni duyamıyorum.

Think of England çalıyor, gözlerim bağlı tren raylarına uzanıyorum. Bir tuşla trenin içinde olsaydım ve sana çarpsaydım, güvende olur muydum… Küçüklüğümde yumuşak görüp Barbie bebeğimin ayaklarını yemiştim, kumandanın tuşlarına bakıyorum şimdi; o kadar bütün isteklerimi aldırmışım ki kemirmek bile içimden gelmiyor. Müslüm Gürses’ten Nilüfer şarkısını söylüyorum sana, “sensiz ömrüm olsun” diye inliyorum. Chloe’nin içinde büyüyen nilüfer gibi acı… Dışarıda yağmur yağıyor, elbisemin altında bir şey hareket ediyor. Karnım büyüyor ve Videodrome misali bir Beta Band değil kumanda çıkıyor; Alien gibi karnımı delip geçiyor. Koltuğun üzerinde yeniden doğuyorsun ama ne doğum… Seni besleyip büyütmek istemiyorum, hatta nefret ediyorum senden… Seni bir sokakta tek başına bırakıyorum kumanda! Gözlerim bağlı, Think of England dinliyorum ve bütün sokakta rüzgarla birlikte bu şarkı inliyor ve hatta esiyor. Sen bir arnavut kaldırımının üzerinde kalıyorsun kumanda! Aç ve susuz… Seni sahiplenecek birini bulursun, dert etmemelisin. Azıcık üşüyeceksin o kadar… Sahiplenilmeyi o kadar arzu ediyorsun ki, aslına dönmelisin. Sen bir nesnesin ve öyle olmalısın… Başkalarının hayatlarını kontrol etmeye çabalamamalısın, başkaları da sana bağlanmamalı ama işte gerçek olmayanın gerçekmiş gibi yaptığı dünyada gerçekliğe hoş geldin ama ben seni terk ediyorum… Kırmızı gökyüzü sana ağlamasın, tersine yürümesin merdivenler, tavandan sarkmasın düşüncelerim…

Gözlerini Aç!

Dışarıda yağmur yağıyor, seni terk ettiğim o sokağa dönmemeye ant içtim. Duvarlara “Think of England” çarpıyor, yastığımın kapatmadığı diğer kulağımda yankılanıyor. “Ne yapıyorsun” diye düşünüyorum, merak ediyorum bir an, ama aslında seni ben doğurmadım, seni sen yapan ben değilim, sana verdiğim değerle birlikte kanalizasyona dökülüyorsun. Günlerin köpüğü misali yağmurun altında eridiğini düşünüyorum, zaten güzel değildin, ama daha da çirkinleşiyorsun. Son olarak köpek, yastığıma kafamı koyduğumda “Think of England” çalıyor ama ben gözlerimi kapatamıyorum, sadece bu geceliğine seni düşünüp bendeki ölümün bir başkasının uyanışı olmasın diye karşımdaki boşluğa yalvarıyorum. Son kez sokağa beş kat yukarıdan attığım televizyonun üzerine kırmızı damlalar düşüyor. İyi geceler köpek; sen üşüyorsun, ben yastığımda karıncalanıyorum, kayboluyorum…

Özge Öndeş
Kaynak: http://betaarti.com/2010/10/iamx/

Roger Corman Terörü


Bir mutfak ki adını günümüzde sinema dünyasına kazıyan yönetmenleri ve oyuncuları yetiştirmiş; bir mutfak ki yapımcılığında ve yönetmeni olduğu korku filmlerine kimi zaman bolca güldürmüş kimi zaman da eserlerini tekrar seyretmek için bağımlılık yaratmış. Mutfağın sahibi olarak “B Filmlerin Efendisi” Roger Corman, filmlerinden The Terror ile izleyeni kendisini o alışagelinen Corman atfmosferinde buluvermiş.

18. yüzyılın Fransa tepelerinden birinde lanetli bir şato... Yolunu kaybetmiş perişan olmuş teğmen Andre Duvalier (Jack Nicholson), bir atın üzerinde sallanırken çeşitli saçma ve sapan olaylar akabinde bu esrarengiz şatoda bulur kendini... Şatonun kafayı kırmış Baronu olarak Baron Von Leppe rolünde b filmden hallice saygıdeğer Boris Karloff karşımıza çıkar.

Edgar Allen Poe uyarlamaları yapan ve kimi çevrelerce “bu ne biçim uyarlama yahu” diye karşılanabilen Corman, Poe uyarlamalarındaki atmosfer ve dekolarında “dekorum var, atmosferim var; ne duruyorum aradan bir film daha yapayım” diyerek 4 günde The Terror’u bitirmiştir. Bir Poe uyarlaması olan “The Raven madem erken bitti” diye boş durmaktan haz etmeyen Corman, Jack Nicholson’u çağırıp kendisine on posta gizem dayayarak manyak etmiştir. Bir de arttırıp Francis Ford Coppola, Jack Nicholson, Jack Hill ve Monte Hellman’a da filmde kredisiz, limitsiz yönetmenlik vermiştir.

The Terror, Corman’ın Poe uyarlamalarında kullandığı estetiği birebir aynen yansıtmıştır. Ne de olsa Raven akabinde çekilen bir film olan The Terror’de Jack Nickholson’ın gençlik halini görmek de izleyenine ayrı bir keyif verir. Kumsalda dolanan gizem kadınının dellenmesi ve Nicholson’ın oradan oraya atlaması için bile izlenilebilir.

The Terror 4 günde başarıyla kotarılan bir film olarak b film klasikleri arasına girmiştir. Terör kelimesi Latince kökenli olup korku ve korkudan ötürü titreme olarak kelime anlamıyla lugatlarda geçerken Corman, Tales of Terror’den sonra bu şekilde bir film çekmeye niyet etmiştir. 1963 yapımı filmi yine bir Cuma gecesi patlamış mısır ve battaniye altına girerek oturduğunuz yerden izlemeniz tavsiye edilebilir. Ne de olsa korkusuz Cuma, Cormansız b filmi keyfi olmaz.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi66/sinema/The-Terror.html

1 Kasım 2010 Pazartesi

“İşin sırrı sosta: Kızarmış Yeşil Domatesler”





“Bir zamanlar burada bir göl vardı ve kasabanın hemen dışındaydı. Oraya yüzmeye, balık avlamaya ve kano sürmeye giderdik. Bir kasım günü büyük bir ördek sürüsü geldi ve gölün üstüne kondu. Sonra sıcaklık o kadar çabuk düştü ki göl anında dondu. Ördekler de uçtular ve gölü de yanlarında götürdüler. ve o gölün şimdi georgiada bir yerde olduğunu duydum. Bir düşünsene....”


Idgie Threadgoode

Bir zamanlar küçük bir kız vardı. En sevdiği şeylerden biri kendi yaşıtları için artık klasikleşmiş olan Parliament Sinema Klubü'nü iki eli yanağında seyretmekti. Bu sinema kuşağının zamanla büyüttüğü şu an yazdığı satırları okuduğunuz o takipçiyi etkileyen pek çok film oldu; Esaretin Bedeli'nden Kasabanın Cadıları'na kadar neredeyse yayınlanan çoğu filme “vaov” demekteydi. Bir gün eline bir keski alıp posterin altından duvarı oymak isterken diğer gün hiçbirimizin hatırlamak istemeyeceği, Cher saçına benzetmeye çalıştığı saçlarıyla “cadı olmak, muhteşem bir şey vaov” diyebiliyordu. Günlerden bir gün bu kuşakta Kızarmış Yeşil Domatesler (Fried Green Tomatoes) adlı filmi seyretti ve “hemen bir arı kovanı bulup elimi sokmalıyım” gibi yanlış bir fikre kapıldı. Bir arı büyücüsü (bee charmer),arı cezbeden olarak da geçer, olmaktı arzusu... Büyüdüğünde ise sivrisinek büyücülüğünü bile beceremedi ve bol bol ısırıldı. Konumuz yazarımızın kanlı sivrisinek tarihinden öte aklında küçüklüğünden kalan bir kızarmış yeşil domates tadıydı, bir şapkanın tren raylarında gezinişine bakarken...


Fannie Flagg'ın “Fried Green Tomates at the Whistle Stop Cafe” kitabından uyarlanan filmin senaryosunda yine Fannie Flagg ve ek olaran Carol Sobieski imzası var. Jon Avnet'in yönetmenliğini yaptığı filmde Evelyn Couch (Kathy Bates), kocasının bir akrabasını ziyaret etmek üzere gittiği huzur evinde Ninny Threadgoode (Jessica Tandy) adlı yaşlı bir kadınla tanışır. Ninny, Evelyn'e Idgie Threadgoode ( Mary Stuart Masterson) ve Ruth Jamison'ın ( Mary Louise Parker) hikâyesini anlatarak onun kaybolduğu hayatına daha yakından bakmasını sağlar.

Filmin feminist okumalar ağırlıklı olarak pek çok okuması yapıldı. Burada okuma yapmadan ziyade küçük bir kızın gözünden hatta gözlüklerinden başlayan bir deneyimle harmanlanan bakış açılarına göz atılabilir. Bütün okumalar yapılmış ve bütün istekler bırakılmış değildir elbet ama bunlar için pek çok yazılı ve sözlü kaynak yorumunu yapmıştır.


Towanda Gücü Adına!

Film, Evelyn'e anlatılan bir hikâyeyle kendi hayatının direksiyonuna geçmesini seyirciye adım adım aktarır. Hatta filmin özünü anlatan böyle bir sahne de vardır. Direksiyon başındaki Evelyn, park yerinde zar zor bulduğu yere park etmeyi beklerken bir araba hızla beklediği yere girer. Evelyn, arabadan çıkan o zamanların tikisinden hallice, Serpil Çakmaklı tokalı iki kıza kibarca yerin kendisine ait olduğuna dair uyarır. Kızlar da “ kabul et biz genciz ve hızlıyız o yeah” şeklinde Evelyn'le dalga geçerler. Evelyn, hayatında daha önce hiç yapmadığı şekilde Idgie'nin hikâyesinin ilhamıyla “Towandaaaa!” diye haykırarak kızların arabasına kendi arabasıyla vurmaya başlar. Bu durum karşısında şoka giren kızlarımıza da “Kabul edin kızlar, daha yaşlıyım ve sigortam var” şeklinde postasını koyar. Burada akıllara Misery'de bacağa kitapla çalışan Kathy Bates performansı gelir ki ben o kızlardan biri olsaydım“Kathy Bates Dellenmesi” olarak tanımlanabilecek bu durum karşısında Misery performansına da hürmeten arkama bile bakmazdım.

Kızarmış Yeşil Domatesler'de Idgie hayatın içine elini arı kovanına sokar gibi dalan bir karakter, Ruth ise daha temkinli. Persona'lar birbirine doğru bakarken filmden geriye Moby Dick'li bir rahip, yamyamlık üzerine yemek tarifi ve Idgie'nin etkisindeki pek çok sahne akılda kalır. Filmi koltuğa kurulup seyretmenin tadına varmak gerekir. Tabii burada bir uyarı yapmak gerekir ki her kızarmış etin yahnisi de yenmez.

Buradan bakınca film üzerine Chris O'Donnell'ın canlandırdığı Buddy'den referans alan Idgie'ye öykünerek denilebilir ki: “Bir zamanlar burada televizyonun içinde bir film vardı. Televizyonun kumandasına basıp Pleasantville misali içinde kaybolmak isterdik. Bir kasım günü Idgie geldi ve arıların içine daldı. Sonra arılar kızdı ama o dinginlik içinde gömleğinin üzerinden uçtular ve filme dair bütün keskin iddiaları da yanlarında götürdüler ve o filmin şimdi sizin evde bir yerlerde izlenildiğini duydum. Açıp bir izlesene...”

Özge Öndeş
Kaynak: www.resetmagazine.net/resetsayi64/sinema/Fried-Green-Tomatoes.html

“Hiçbir şey görmedin sen Hiroşima’da” peki geçen yıl Marienbad’da...

Alain Resnais’in yönetmenliğini yaptığı Alain Robbe Grillet’in senaryosunu yazdığı L'Année dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad'da), Delphine Seyrig ve Giorgio Albertazzi'nin başrollerini paylaştığı 1961 yapımı bir film. Film, uzaktan bakıldığında Marienbad denen görkemli bir otelde bir erkek, bu erkeğin ikna etmeye çalıştığı kadın ve kadının (belki) kocası arasında geçen bir oyun. Daha yakından yaklaşıldığında ise kaybolunabilecek bir bellek, zaman, mekân, gerçek ve kurgu bilmecesi. Bu diyardan çok ileri derecede uzak bir görüş açısında ise sıkıcı, saatler boyunca “ öyle dur” filmi.

“Geçen Yıl Marienbad'da”, “The Shining”de ve “Barton Fink”te de kullanılan metafor olarak belleğin, aklın temsili olan bir otelin soğuk dekorlarıyla açılır, belleğin koridorlarında ilerlerken onu tanımlayan aşığın sesini duyarız. Daha sonraları kendimizi bir tiyatro oyununu kahramanlarla birlikte izlerken buluruz. Tiyatro oyununda bir adamın bir kadını ikna etmeye çalışması ve sonunda onu razı etmesi gösterilmektedir. “Geçen Yıl Marienbad’da”nın hikâyesini önceller nitelikteki bu tiyatro sahnesi önemlidir; seyirciler bir ölü misali tiyatroyu seyretmektedirler. Bu hal ve tavır, bizimle yani seyirciyle eş değer bir konuma denk düşer. Biz de yerimizde otururken, bu filmi seyrederken başta müdahil olmayız, karanlıkta izleriz. İlk başta ölü gibiyizdir olduğumuz yerde, sonra anlamaya çalışırız daha sonra da filmin içinde kayboluruz. Kayıp seyirci, filmin sonunda geçen “Bu yerde ilk başta kaybolmak imkânsız gibidir ama sonra benimle bu gecede bu taşların arasında sonsuza kadar yolunuzu kaybedersiniz.” repliğinde erir. Buradan kasıtlı yapılan bir anlaşılmazlığın seyircinin kendi düşlerinden beslenen bir temanın ipuçlarını çıkarırız. Film biter ve kahramanlar yok olur, seyircilerin de bir süre sonra yok olduğu gibi ki film teorilerinin alışageldiğimiz tespitlerinden biraz uzaklaşmak için yazının bundan sonrasında bana eşlik ederseniz size bu oteli gezdirebilirim.

Bir otel, bir tuhaf aşk hikâyesi, yer değiştiren eşyalar, güneşte gölgesiz imgeler... Otelimizin sağında, solunda ve her neresinde gördüğümüz kahramanlarımızın isimleri yok. Bu, Hiroşima Sevgilim’in sonuna kadar olmadığı gibi; “Senin adın Nevers, benimki Hiroşima”. Marienbad'a döndüğümüzde “Kadın” adama sorar ; “Adın ne? ” ; “Adam” cevaplar ; “Bunun bir önemi yok” Kadın ve aşığı, kadın ve erkek figürünü betimleyen heykel için yorumda bulunurlarken kadın kahraman onların isimlendirmek ister, kimlik kazandırmak... Ancak aşığı onları isimsiz bırakmalarını söyler. Heykelin anlamını sorgularken erkek heykele “ heykeldeki erkek figür kadını bir tehlikenin varlığından korumak ister” yorumunu yapar. Kadınsa kadın figürün adam figürüne bir şeyi işaret ettiğini söyler. Kocası (belki) da başka bir yorum getirir. Marienbad'ın bu ünlü heykelindeki figür, hikâyemizdeki kadın-erkek ilişkisinin sembolü gibi bütün filme yayılmıştır.



Mekânlar, kıyafetler aynı sahnede de olmak üzere sürekli değişmektedir. Heykelin arka planı da değişmektedir. Kurmaca ile gerçek, belleğin kıvrımlarında bu duvarlar arasında gidip gelir. Adam kadının kocası tarafından vurulduğunu söyler sonra “hayır doğru son bu değil” “seni yaşatmam lazım” der. Kurmaca nedir, gerçek nedir? Aynı sıradan alınan kazananın belli olduğu oyun bu ölü vücutlar, onların soğuk bakışları ve gereksiz fısıltıları arasında kadın ve erkeğin ilişkisi için ne ifade eder? Aslında gerçekten bu bir eş zamanlı ve belirsiz kayboluş hikayesi midir? Belleğe ait bir labirent mi yoksa düş mü? Bu sorular daha da uzarsa yolunu tamamen kaybetmiş bir seyirci mi oluruz ya da filmi değiştirirsiniz.

Şimdi ve geçmiş birbiri içinde eritilmiştir. Savaş sonrası bellekler savaşı unutmaya, acıları unutmaya başlamıştır. Geçmiş ve şimdi bir aradadır ki bellek tam olsun ve kişi öz benliğine kavuşsun. Burada ve öteki yerde, geçmiş ile şimdide... Filmde geçmişin şimdiye sahip olduğu belleğin öne çıkması ve ayrıca kurtuluş vaat etmeyen gelecek duygusu hâkimdir.

Oturur ve zihninizi zorlarsınız; Marienbad ve bu görkemli mekân, bir düşünce biçimi olabilir miydi? Sevgilisiyle kaçmaya çalışan ve en sonunda belirsizliğe giden adam bu kasvetli yeri kendine göre algılamış ve ona göre yorumlamış olabilir miydi? Belki de düşünüyordu ve Marienbad ve benzerinden (ismi fark etmeksizin) gidene kadar film süresince vardı. Onlara bakan biz de şüphe ediyorduk ve onun için vardık ve oradaydık geçmişte ve şimdi...

Alain Resnais, “Hiroşima Sevgilim” filminde savaşı belleğe yerleştirmiştir ve unutmanın ne demek olduğunu hatırlamanın önemini belleği kurgulayarak yapar. Bir diğer eseri “Night and Fog” belgeselinde ise insanın içini burkan belki de çıplak ceset yığınları değil Almanların dehşet veren son derece düzenli mekanikliğinin simgesi olan fırınlar, kumaş için kullanılacak saç tomarlarıdır. Size gösterilen, hayal etmenizi sağlayan gösterenler sizi tedirgin eder. Aynı şekilde klasik çekimlerin yer aldığı “Amen”de yük yerine insan taşıyan tren sesleri her daim filmin temposunu yüksek tutarak, içeride ne olduğunu görmeden bir gerilime kapılmanızı sağlar. Trenler tam zamanında kalkmış ve zamanı çizgilerinden arındırmakla yeni dalgacılar, çözümü bulmaya çalışmışlardır. Modern ilerlerken kendi ölümünü de gerçekleştirir, geçmişi yansıtır. Modernin getirisi unutmak ise kollektif belleklerin yegâne ilacıdır. “Geçen Yıl Marienbad’da” karışık yapısıyla seyredenine hem bellekleri açmaya çalışmış hem de geçmişle şimdiyi birleştirmiştir. İş bu seyirci, ağır tempoda “ne seyredeceğim ben sanat filmi, akarım ben maceraya o yeee” diye devam edemiyorsa başka sulara yelken açması elzemdir.

Özge Öndeş
Kaynak: www.resetmagazine.net/resetsayi63/sinema/Last-Year-In-Marienbad.html

"Katiliniz Zodiac Konuşuyor!”

Bundan yaklaşık üç yıl önceydi. Çocukluktan kalma bir gelenek olarak Cuma gece yarısı gerilim ya da korku filmi seyretmek üzere bir film seçtim ve film bittiğinde tabir i caizse olduğum yere çakıldım. Akan jeneriğe geriye sarıp sarıp bakmamın sebebi, 1960 yıllarda seri cinayetleriyle Amerika'yı ve özellikle cinayetlerin olay mahalli San Francisco'yu büyük paranoyaya sokan “Zodiac” kod adlı katilin resmini bir yapboz içinde tamamlamaya çalışan uyarlama bir film. “Se7en” ve “Fight Club” filmleriyle fırtınalar koparan David Fincher'ın, 2007 yılında Robert Graysmith'in romanından aynı adla uyarlanan “Zodiac” adlı filmdeki imzası ve izleyicisi bir labirent içinde karakterleriyle beraber koşmaya başlaması...

Jack Gyllenhaal, Mark Ruffalo ve Robert Downey Jr'ın başrollerini paylaştığı film, 1960'lardan 70'leri de kapsayan bir dönem içerisinde seri katile ulaşmanın yollarını arayan karikatürist, dedektif ve gazetecinin ürettiği komplo teorileri yolunda kendi yaşamlarını kurban etmelerini anlatır. Jack Gyllenhaal'in canlandırdığı yerel bir gazetede karikatürist Robert Graysmith'in dedektifliğe soyunma haliyle kitabın yazılma sürecini harmanlar. Katil, yerel gazeteye mektuplar yollamaya başlayınca Zodiac furyası da start alır ve Zodiac işlediği cinayetlere kendi ömürlerini onu bulma yolunda heba eden karakterlerimizi de sembolik olarak ekler.

Lütfen Televizyonunuzun Polisiye Gerilim Ayarlarıyla Oynamayın !

Se7en'da dedektiflerin yaşamlarına katille birlikte dokunan Fincher, Zodiac'ta polisiye-gerilim türünün ayarlarıyla oynayarak yapıbozumuna uğratan bir düzenek içerisinde kahramanlarının hayatlarını tüketmelerine yakından baktırmaktadır. Polisiye gerilim seyretmek ve gerilmek üzere sinemalara koşturan izleyicileri bir güzel hayal kırıklığına uğratırken muhteşem bir esere de imzasını atar. Oyunculuk performansları ise tek tek ismini saymadan kusursuz gibidir.

Kişisel film güncesi olarak ele alırsak Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes uyarlamalarından Agatha Christie romanları uyarlamalarına kadar pek çok polisiye gerilim filmini bünyeye yedirmemle “Zodiac” bittiğinde ve Donovan'dan “Hurdy Gurdy Man” çalmaya başladığında afalladım. Filme hayran olmamla birlikte başucu filmlerinde yerini aldı. Bu, bir katil bulma bilmecesinden çok daha fazlası. Eğer filmi izlememiş bir kişiyseniz ve bir seyirci olarak “aman da bir iki katil tahmin edeyim, bu yönde katharsise ulaşayım” şeklindeyse filmden uzak durmak daha iyi olabilir ve dahası film, sıkıcı gelebilir. Zodiac, keskin iddialarla katil peşinde koşan, özdeşleşen biz izleyiciler ve karakterlere ironi katmaktadır.

Zodiac, modernizmin getirisi fragmanlaşma sonucu bütünü görmek için yanıp tutuşan insanları anlatır; bir nevi izleyicisini de... Bütünü göremeyen biz bir şeylere sığınmak için hayatlarımızı tüketirken gerçeklik nedir; kaygan bir yüzey mi... Gerçekliğin keskin bir hat üzerinde seyretmemesi nedeniyle kişinin gerçekliğinin ne üzerine kurulu olduğunu bile sorgulatabilir. Fincher, suçluyu bulmaktan çok onu bulma yolunda harcanmış hayatların içine bakar. Filmde canlı yayına bağlanan Zodiac ya da zodyakımsı “This is Zodiac speaking” derken aslında Fincher'ın yetenekleri konuşur. Zodiac ise yaşamların üzerine çöken bir hayalet olarak kalır.

Özge Öndeş
Kaynak: www.resetmagazine.net/resetsayi61/sinema/Zodiac.html

Zombi etmez sever bizi “Romero Romero Romero”

Bir gece ansızın gelebilen zombileri konu alan “Night of the Dead”, “Dawn of the Dead”, “Day of the Dead”, Diary of the Dead” (dead oğlu dead) gibi filmleriyle ailemizin zombi üstadı George A. Romero’nun 1973 yapımı tırpanlı kült korku filmi “The Crazies” yeniden çevrimden nasibini alır, ışıklar kapanır. Breck Eisner tarafından yönetilen bu yeniden yapımda sakin ve uslu, bir o kadar da puslu bir kasabada Amerikan Rüyası’nın bittiği an, kasaba eşrafının anlam verilemeyen bir dönüşüm geçirmesiyle başlar. Şehir sularına karışan ne idüğü belirsiz zehirli madde, kasaba sakinlerini küçük psikopatlara dönüştürür.

1970’lerde Vietnam Savaşı’nın etkileri ile Nixon Watergate Skandalı ardından çekilen hakiki “The Crazies”, Soğuk Savaş paranoyası ve hükümetin hasıraltı edilen politikalarıyla arka planda gizli işler çevirmelerine yönelik olarak yapılmış bir filmdi. Yine bu dönemde pek çok çekilen film, bu tür oyunların etkisini art arda korku türünde dillendiriyordu. Örneğin bir kült olan soğuk savaşın da etkilerini barındıran “Piranha” serisinin başlangıcı 1970’lerdi. Bu serilerde ve çoğu korku filminde Soğuk Savaş’ın izleri görülürken askeri kaynaklı gizli deneyler de piranhalarımızı denize salıvermişti. Hatta daha sonra James Cameron, uçan piranhaları bile çekip helikopter ambiyansıyla yaklaşan bir avuç kendi alanından başka kimseye zararı olmayan bu günahsız balıkların dramatik hikâyesini anlatacaktı. Klasik olarak “Yok soğuktu, yok sıcaktı” diye okumayı bir kenara bırakırsak öz “The Crazies”, kendine has bir filmdi. Posterinde de “Neden günahsızlar ölür” türevinde bir slogan barındırmaktaydı. Ancak bu yeniden çekim furyasından o da nasibini aldı ve yapımcıları arasında Romero da yer aldı. Burada cover olan Post “The Crazies”, devreye girdi, şalterler attı. Film, hoş bir jestle Donnie Darko’dan hallice olan Gary Jules eseri “Mad World” eşliğinde bir fragmanla servis edildi.



Dedin ki ben Romero, gerçek zombinin savaşçısı…

Öncelikle “The Crazies” bir zombi filminden daha çok salgın filmi olarak virüstü, börtü böcekti; kişiyi ele geçiren felaketler zincirinde değerlendirilebilir. Tabii Romero, bir zombi bilimci olduğu için zombi geleneğinin de etkisi yadsınamaz. Nihayetinde buradaki az zombimsi, üşütüp virüs kapmış kasaba halkımız bir salgının etkisindedir. Su içmiş ve başları yanmıştır.

2002 yapımı Danny Boyle’ın leziz filmi “28 Days Later” (28 Gün Sonra), 1973 yapımı “The Crazies” ile eleştirmenler tarafından çok karşılaştırıldı. Biri yavrusunu virüs kapmış anı yaşayan film olarak karşımıza çıkarken diğeri virüsün yayılmasından sonrasını anlatmaktaydı. 2010 “The Crazies”, yeniden yapımda kader arkadaşları olan pek çok film gibi içe dehşet salmıyor. “Tabii burada tek tek isminizi vermek istemiyorum” diyebileceğim yeniden çevrilen pek çok korku filminde yaşanan gülme reaksiyonu filmde yer yer mevcut; ama şunu da belirtmek gerek ki son dönemde karşılaştığımız pek çok yeniden çevrimden de bir nebze iyi… Bunun yanında film, zaman kaybı olarak da görülebilir. İlla da son dönemde yapılan bir salgın filmi seyretmek istiyorsa bünye, “The Carriers”, bunun için fena olmayan bir seçim olabilir. Geçtiğimiz sene vizyonda yer alan “The Carriers”, öyle abartı bir film değildir; kendi halinde salgın, virüs filmi normlarına da uygundur. Yani kısacası 2010 “The Crazies”te yeni bir şey yok, ben de yeni bir şey söylemiyorum zaten… Soğuk Savaş, Love of Richard Nixon, Vietnam, Komün yaşam korkusu, militarist deneyler, çoğu aynı türdeki filmde etkilidir ve kendileri için söylenmiştir. Aslında bu tarz filmleri öyle yeni bir şey beklemeden seyretmeye alışmalı, yine “yeni bir şey yok ya, mantık hatası dolu bu ne, bu arada Lost’un sırrı ne” gibi alışkanlıklardan kurtulup bir Cuma gecesi korku kuşağı filmi olarak izleyebilir insan, ne olur; sabaha kadar kucaklar bizi Romero, Romerooo, Romeroooo!

Özge Öndeş
Kaynak: www.resetmagazine.net/resetsayi58/sinema/The-Crazies.html

SS kökenine bağlanan “Beyaz Bant”


14 yaşındaki Benny, dolaptan aldığı sütü bardağa koyarken bir kısmını tezgâha döker. Hoyratça bardağa döktüğü süt, tezgâha yayılır. Eline bir bez alan Benny, tezgâhtaki bu saf beyaz sütü temizlerken bunun evvelinde başka bir bezi öldürdüğü küçük bir kızdan taşan kana bulamıştır. Büyük psikopat ailesi, küçük psikopat Benny'e kirli çamaşırlarını yıkamada yardımcı olur. Benny, beş yıl sonra Haneke'nin eğlenceli oyunlarında büyük bir psikopat olarak ekranda kumandayı geri saracak, yumurta kapıya dayanacaktır. Haneke ise bundan yıllar sonra ebeveyn kavramını ve süt beyazını faşizmin kaynaklarında bir hayli geçmişte ve Benny'e benzer şekilde başka koro mensuplarını peliküle dökerek arayacaktır.

Michael Haneke'nin 62'nci Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'nü alan “Das weiße Band (Beyaz Bant)” adlı filmi, belki de yönetmenin çoğu zaman yaptığı gibi bir cümleyle anlattığı hikâyesini bütün ayrıntılarıyla parçalara bölerek anlattığı bir yapım olarak takipçisiyle buluşuyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kuzey Almanya’daki bir köyde yaşanan ve yoruma fazlasıyla açık tuhaf olayların köyün koro öğretmeni tarafından anlatıldığı siyah-beyaz bir film... Hikâyesinde ise köyün doktoru, papazı, baronu ve alayı bu tekinsiz olaylardan nasiplerini almaktadır. “Ben döverim, hem de çok döverim ama severim de” türevinde çocuklarına yaklaşan rahip, saflık sembolü olarak çocuklarına beyaz bant takmaktadır. Bir yandan dini figür olarak konumu itibariyle ahlakı savunan rahibin çocuklarını döve döve eğitmesi akla ister istemez Ingmar Bergman'ın “Fanny och Alexander” adlı filmini getirmektedir. Bergman'ın Alexander'ı üvey babası rahip için pek hayra yorulmayan duygular beslemektedir. Hatta enfes bir karakter olarak “aklıma mukayyet ol” dedirten Ismael, Alexander'ın kafasının iki yanını kavrar ve “aklında bir adamın ölümü var” der. Buradan hareketle ebeveynlerin bir tuhaf olduğu, 2. Dünya Savaşı'nın aile kavramı içinde ebeveynlerce atılan tohumlarına dikkat çekecek White Ribbon köyünde özellikle rahibin erkek çocuklarının kollarına bağlanan beyaz bant, bir SS kolunda durduğu gibi durmaktadır. Ayrıca saf ırk yaratma çabasındaki Nazileri amacı dışındaki beyaz bir banttan daha iyi ne tanımlayabilir. Bir eşyaya yüklenen anlam yabancılaşmanın yandaşı faşizmi nasıl tetikleyebilir... Bunun yanında engelli bir çocuğa yapılan işkencenin kaynağı hangi ayarlarıyla oynanmış saflık olabilir. Pasolini faşizmin kaynaklarını Salo'daki mitler ve yatak hikâyeleriyle mest olan burjuvaziyle masaya yatırırken Haneke, kendi halinde sıradan bir Alman köyünde yaşanan olayları anlattırmıştır.

Sinematografi açısından müthiş bir görselliği olan ve Bergman'ı anımsatan “Das weiße Band”, kişisel görüş olarak rahatsız seyirlerin efendisi Haneke'nin başyapıtı değildir ama Haneke'nin başucuna ağır adımlarla ilerlemektedir. Takipçisini görsellik yoluyla vurmuştur. “Tesadüfî Bir Kronolojinin 71 Parçası”nda yaptığı gibi aslında “bu insanları tek tek ayrıntılı anlatmamın sebebini filmin sonundaki tek cümlelik noktayla ortaya koyduysam” diye vurgulayan Haneke, “Beyaz Bant”ta da yoruma açık sonda da aynı etkiyi bırakmıştır. Ayrıca “Beyaz Bant”taki Birinci Dünya Savaşı'na dair haberler, Haneke'nin “Benny'nin Videosu”nda televizyon haberleri ya da bir domuzun öldürülmesini konunun içinde eritmesi gibi filme yedirilmiştir. “Beyaz Bant”ta “Cache”ye dalış yapan Haneke, filmde Protestan Ahlakı ve "Faşizm" Ruhu'nu dıştan güzel; ama içten çürük bir portakalı soyar gibi soymakta ve başucuna koymaya hazırlamaktadır.

Özge Öndeş
Kaynak: www.resetmagazine.net/resetsayi57/sinema/The-White-Ribbon.html

Hi- Fi Peronu

Bir tren yolculuğunda kafayı cama dayayıp kulağa da “High Fidelity Sountrack”i vermiştim. Bu eylemi gerçekleştirmeden az evvel “Top 5” yolculuğumu düşündüm ve en sevdiğim şeylerden biri olan “High Fidelity” filminin sahneleri ile soundtrack albümü vardı yanımda. O hi-fi yolculuğa karışık kaset tadında ilerleyen güzel bir soundtrack eşlik etmişti.

Arsenal fanatiği biricik Nick Hornby romanından sinemaya hediye “High Fidelity”, Stephen Frears tarafından peliküle dökülür. Başrolünde kendisiyle birer hamburger yemek istediğim ve karşılıklı olarak “I'm Wrong About Everything”i söylemek istediğim John Cusack, anı, plak, ayrılık koleksiyoncusu, müzikten anlayan; ama sofistike olmayan, “Belle and Sebastian’a bol göndermem var” formunda Rob adındaki bir adamı canlandırır. Reckless Records'un döşemesi olduğu, plakları özenle sıralanmış Championship Vinyl adlı bir dükkânı olan Rob, hayatını etkileyen olayları, ayrılıkları, sevgililerini sorgularken kürkçü dükkânına döner ve otobiyografik olarak sıraladığı müzik koleksiyoneri hayatındaki her ayrıntının top 5’ini yapar adeta. Sevgiliye hazırlanan o nostaljik karışık kaset gibi filmin soundtrack albümü de dinleyenlerine hazırlanmış o karışık kasetler gibidir.

Filmin başlangıcını yapan bir ayrılık ile “You're Gonna Miss Me” ile Garage Rock öncüsü 13th Floor Elevator'dan gelir. Roky Erickson “you're gonna miss me” nağmelerini ve naralarını atarken Waterloo Sunset ile kalbi fetheden grup The Kinks'ten “Everybody's Gonna Be Happy” ile karşılaşmak dinleyeni bir barın üstünde dans ettirecek kadar mutlu edebilir. Tren yolcululuğunda dışarıya bakarken geride bırakılan onca mesafe ve yüzlerce deniz, dağ, taş, böcek görüntüsüne eşlik eden en güzel şarkı The Kinks ardından gelecek John Wesley Harding ve Rob aydınlanma şarkısı “I'm Wrong About Everything” olur. Mesudiyeli Mesut tadında bir istasyonda durduğumuzda beklediğim an gelir ve The Velvet Underground, grup üyeleri kompartımanda yanıma, karşıma, yamacıma oturup “Oh! Sweet Nuthin, Oh Sweet Nuthin” diye tekrarlar. Sonra tren tekrar yola koyulduğunda elim ayağıma dolaşır, camdan dışarı kendi yansımama bakarken sıra Love grubunun seslendirdiği “Always See Your Face” adlı enfes şarkıya gelir. Cama dokunan parmakla camın ardındaki çiselere Bob Dylan eşlik etmeye başlar. Damlalar çoğaldıkça ve gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladıkça hava da yavaş yavaş kararmaya başlar. “Oh Mercy” albümünden olma en güzel şarkılardan biri olan “Most Of The Time” camın dışarıda gördüğüm her imgeyi hızlanarak ıslatmaya başlar. Sheila Nichols sahneye çıktığında ise hep bana göre olmadığını düşündüğüm biraz da “This is hardcore Celine Dion slow baby” diyebileceğimiz şarkısı “Fallen For You”yu itiraf ediyorum atlarım, her seferinde yaptığım gibi. Biraz haksızlık olabilir; ama “Fallen For You” ile yıldızım hiç barışmamaktadır.

Nostaljide walkmanler, ipodlar ve telefonlar çıkmadan önce eve gidip o şarkıyı dinlemem lazım dediğiniz, tekrar dinlemeye can attığınız, Rob için Laura gibi olan The Beta Band, “Dry The Rain” ile yağmurdan kalanlara eşlik eder. “I Want You” adlı şarkısıyla -ki filmin açısından ve kişisel olarak da özel bir yeri vardır- Elvis Costello kararmış hava eşliğinde “Ship Building” ile biraz histerik olarak yolculuğa eşlik eder. Nedense bana bu şarkının belirli bölümleri kendi tahayyül gücümde bağımsız bir çalışma olarak “Talented Mr Ripley”de Jude Law'ın canlandırdığı Dickie Greenleaf'in barda karizmatik halini hatırlatır. “Ey Kadın! Hayatında ilk kez olsun cenazemde seksi giyin” naralarıyla da bilinen Smog ise “Cold Blooded Old Times” ile yine gülümsetip melodisine eşlik ettirir, vücudu forma sokar. Sonra muhteşem Jack Black, “High Fidelity”de sahneye çıkar ve yanı başımda durur gibi söylemeye başlar. Der ki: “Let's Get It On” . Müzik gurusu süper kalem Nick Hornby, kitabına sadık kalınması halinde “Twist and Shout” dinlenmesi ihtimalini sevsek de tersi bir etkiyle sakince ve huzurlu bir şekilde kahve almaya “Let's Get It On”la süzülme halinde gidebilir. Jack Black de sallana sallana yanınızda yürüyebilir. Belli bir zaman dilimi içinde bir süre şarkımız loop halinde dönebilir; çünkü sırada bekleyen Royal Trux ile kompartımana elde kahveyle dönmek zor olabilir. Ama “bir dakika, bu Stereolab mı” der insan aynı plakçı dükkânındaki gibi... Miss Modular'la kişiselde kalbi fetheden çok sevdiğim Stereolab nasıl arada unutulabilir.

“Lo Boob Oscillator” sözlerinden bir halt anlamasam da “Let's Get It On”la gelinen yoldan biraz da “la la la” şeklinde döndürebilir. Insıde Game'den sonra gelen bir “sevemedim sevemedim, gururum engel oldu Stevie Wonder sevemedim”den “I Believe”, biraz albümden uzaklaşmamı sağlayabilse de gene de ışıklar kapanmadan bir tren yolculuğunda uykuya dalmadan iyi bir ninni görevi görebilmektedir. “Aa ne güzel, koyun bir tane daha” demenize gerek kalmadan uykuya dalmak için kesin çözüm olabilir bazen... Tabii burada “High Fidelity”de Stevie Wonder'dan “I Just Called To Say I Love You” talep eden müşterinin Jack Black’in canlandırdığı muhteşem Barry tarafından kovuluşunu da hatırlamadan edemez “High Fidelity” sevenler. Bir yolculuk mükemmel şekilde böyle biter, geriye kalan “High Fidelity Soundtrack”in en sevdiğim 5 özelliği ise:

-“High Fidelity” aşkından hediye bir karışık kaset gibi olması.
-Bir tren yolculuğunu daha da güzelleştirebilecek yegâne albümlerden biri olması.
-Zihin egzersizi yapmayı sağlayarak geçmişi sorgulatıp ileriye doğru yol alması.
-Bana kendi içinden bir top 5 yaptırması ( Bob Dylan - “Most Of The Time”, The Beta Band - “Dry The Rain”, Jack Black - “Let's Get It On”, Velvet Underground - “Who Loves The Sun”, Smog - “Cold Blooded Old Times”)
-Bilmem kaç kez izlenebilecek bir film olan “High Fidelity” ile mükemmel uyumu.


Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi54/sinema/High-Fidelity-OST.html

11 Ekim 2010 Pazartesi

Pazar günü seni kilisede göremedim Johnny!

50'li yıllarda özel dedektif Harry Angel (Mickey Rourke), Louis Cypher (Robert De Niro) adlı gizemli bir müşteri tarafından Johnny Favourite diye bir adamı bulması için tutulur. Angel, ipuçları doğrultusunda ilerlerken kendini doğaüstü olaylar zincirinin ortasında bulur. Bilgi aldığı insanlar tek tek öldürülmeye başlayınca işler içinden çıkılmaz bir hal alır. Johnny Favorite kimdir ve nerededir... İzleyici Angel'la özdeşleşip film boyunca asansörle kat kat inerek Johnny'i arar.

Angel Heart, sansasyon sever bir yönetmen olan Alan Parker tarafından 1987'de çekilir. William Hjortsberg'in ''Falling Angel” adlı kitabı kaynaklı senaryolaştırılan filmin oyuncu kadrosunda Robert De Niro ve Mickey Rourke'a The Cosby Show ve High Fidelity'den Lisa Bonet, The Night Porter'daki oyunculuğuyla sansasyon yaratmış Charlotte Rampling eşlik etmektedir. Mickey Rourke filmdeki üstün performansı, giyimi, duruşu ve mimikleriyle hafızalara kazınır. Robert De Niro ise uzun tırnaklarıyla yumurta soyarak daha sonra başka filmlerde aynı görevi gören gördüğümüz oyunculara taş çıkarır. Spoiler etme bulma dünyası olmadan diyebiliriz ki film, kendi başına daha sonra çekilecek birçok filmi öncelleyen bir yapıya sahiptir. Oyuncuları da performansta kusur etmemiştir.

Film noir ve polisiye severler için başucu filmlerinden Angel Heart, çeşitli imgelerin izleyicinin kafasına tekrar tekrar çakılmasıyla örülüdür; asansör, vantilatör, ayna, yumurta, vs... Angel cehennem atmosferinde yanmaya yaklaşırken Faust ters bir labirentle peliküle dökülmüş dönemine göre görsel bir şölenle karşımıza çıkmıştır. Dini temalarla polisiyenin iç içe yapılandığı filmde görüntü yönetmenliğine de dikkat etmek gerek. Yüzyıllardan beri dini ritüellerde ve insanın ruhuna dair verilen edebi eserlerde yer alan çatışma sinema tarihinin bu en önemli kara filmlerinden birinde tekrar irdeleniyor, duvarlar kanıyor, insan ruhu yoldan çıkıp kayboluyor.


Geceyarısı Ekspresi ile Türkiye ve dünyada sansasyon yaratan ve Türkiye'nin dünya kamuoyunda epey başını ağrıtan Alan Parker'ın başyapıtı sayılacak bir film Angel Heart. Özellikle The Wrestler ile son dönemde ismi tekrar gündemde olan Rourke ise filmde efsane olarak nitelendirilebilir. Filme dair spoiler vermek istemediğimizden dolayı kilit noktaların ve sahnelerin anlatımına, benzer filmlere yer veremiyoruz ancak aynaya baktığımızda mahşer zamanı başlıyor ve şöyle bir replik çıkıyor ağızdan: “Kim olduğumu bilmiyorum”

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi49/sinema/Angel-Heart.html

Zamanın Tozu'nu Üflemek…


Theodoros Angelopoulos üçlemesinin ilk filmi “Ağlayan Çayır”dan sonra ikinci filmi “Zamanın Tozu”... Biraz daha Brecht anlatımının öne çıktığı filmde Willem Dafoe’nun canlandırdığı Yunan asıllı yönetmen A, annesi Eleni (Irène Jacob) ve babası Spyro’nun (Michel Piccoli) gerçekteki hikâyelerinden yola çıkarak kavuşamamaları üzerine bir aşk hikâyesini filme çekmeye uğraşmaktadır. Anne ve babası A.'yı görmeye geldiği süreçte Eleni’nin Spyro’yla kavuşamama sürecinde bir dönemi birlikte geçirdiği Jacob (Bruno Granz) da yanlarına gelir. Film, Stalin'in ölümünden Watergate Skandalı dönemine Vietnam Savaşı'ndan Berlin Duvarı'nın yıkılışı gibi tarihi önemi olan olaylar ile günümüz arasında mekik dokuyan zaman yolculuğuna çıkar.
Yönetmen A.'nın hazırlık aşamasında yaşadığı olaylarla tarihte yaşanmış olaylar arasındaki zaman bir zamansızlık yaratarak bazen tiyatro sahnesi hissiyatı verirken zaman ve mekân Angelopoulos'un o uzun plan sekanslarda silinmeye başlıyor. Torun Eleni'nin gelgitleri ve büyükanne Eleni'nin hikâyesi üzere yağan kar filmine dair zamanın tozunu üflerken uçup gidiyor. Zamanın katmanlarında devamlı ayrı düşen ama birbirinden vazgeçmeyen bir ya da birden fazla aşk, peliküle dökülüyor. Ama filmdeki A. ve eşinden dem vurarak zamanın aşkları “nerede o eski aşklar” söylemi gibi kırılgan olarak gösteriliyor. Haz eksikliği filmde, yine artık klişeleşmiş bir tabir olarak söyleyebiliriz ki, tüketimin hezeyanındaki insanda bir aşk arayışı oluyor, belki geçmişte belki gelecekte...Angelopoulos, filmlerinde hep bir şeyler arama hissinden yola çıkıyor ki bu bazen bir baba bazen bir tanrı bazen bir sevgili olarak tezahür ederken Zamanın Tozu'nda aranan üçüncü kanat Yunan felsefesini zaman içerisinde eritiyor. Kanat hikâyesinde bir sağ kanat ve bir sol kanattan dem vurarak Marksist söylem de işin içine katılarak servis ediliyor. Filmin müziklerini ise alışıla geldiği üzere yine Eleni Karaindrou yapıyor.

Leyleğin Geciken Adımı, Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Puslu Manzaralar, Kumpanya gibi pek çok başarılı ve upuzun filme imza atmış Angelopoulos gene şaşırtmıyor. Uzun plan sekansları yine dört yanı kaplıyor. Zamanın Tozu, Kumpanya ile zaman konusunda benzerlikler taşıyor. Angelopoulos, bazen kamerayı açık bırakıyor ve olaylar gelişiyor. Bu sefer son 50 yılda geçen zamana ve belleğin iç içe işleyişinde sınırlar üzerinden giden bir filmde sınırları bulanıklaştırıyor. Son zamanlarda Antichrist’la fırtınalar koparan Willem Dafoe ise Ulis'in Bakışı'ndaki Harvey Keitel gibi sanki üçüncü bir bobin arıyor. Harvey Keitel'ın oynayacağı başta bir söylenmişse de oyun sahnesi tamamen Dafoe'ye bırakılıyor ki Dafoe de başarılı bir oyuncu olduğundan Angelopoulos filmini taşıyabiliyor. Bruno Ganz için söylenecek pek bir şey yok aslında belki de filmde Dafoe'den daha çok işliyor insanın içine...

Angelopoulos tarzına alışmış bünyelerde bile önceleri bir garipseme yaratabilecek film belki öncelleri gibi üstün yerlerde durmuyor ama enine boyuna ölçüp biçmek gerektiğinde Angelopoulos, aslında değişmiyor, umutsuzluklardan umuda yolculuğunu sürdürür gibi yoluna devam ederek izleyenini üçlemenin son halkasında bekletiyor. Puslu Manzaralar'daki varoluş eli gibi üçüncü bir kanadı gösteren bir yön arıyor.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi48/sinema/Dust-of-Time.html

Woodstock Dalgalarını Aşmak (Taking Woodstock)


Genç bir çocuk, 1973'te buz fırtınası öncesi bir trende çizgin roman okumaktadır. Sayfalara bakarken aklından şunlar geçer: “Fantastik dörtlü bir aile gibidir, diğer süper kahramanlardan farkı da budur; ne kadar güçlenirlerse fark etmeden birbirlerine verecekleri zarar o kadar artar. Aileniz sizin karşıt maddenizdir. Bu bir paradokstur. Siz ne kadar yakınlaşırsanız içine düşeceğiniz boşluk da o kadar derinleşir.” Bundan dört yıl öncesini anlatan bir hikâyede ise genç bir adam, kendi kimliğiyle karşıt maddesi olan ailesi ve bir müzik festivali fırtınasının yardımıyla yüzleşir.

1969 yılında yüzbinlerce 68 kuşağı gencinin katıldığı “barış ve müzik” temalı efsane Woodstock Festivali'nin gerçekleşmesini sağlayan Elliot Tiber'ın Tom Monte'nin katkılarıyla yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan Taking Woodstock (Özgür Woodstock), yönetmen Ang Lee'nin gözünden perdeye yansıyor. Lee, aslında Woodstock'ta gerçekleşmeyen White Lake'de düzenlenen bir festivalin seyir defterini her biri kendine özgü fragmanlara ayrılmış bir ailenin çerçevesinden bakarak karıştırıyor.

Woodstock ruhunu temel alan Taking Woodstock konusu itibariyle White Lake'te yapılan Woodstock festivalinin perde arkasını seyirciye sunuyor. Greenwich Köyü'nde iç mimar olarak çalışan Elliot (Demetri Martin), aksi annesi Sonia (Imelda Staunton) ve babası Jake (Henry Goodman) için motel işlerine yardım etmektedir. 1969 yazında bankanın motele haciz koymasıyla Elliot taşradaki El Monaco'ya dönüp motelin kurtarılmasına yardım etmek için bir şeyler yapmak durumunda kalır. Wallkill'de yapılması planlanan bir müzik festivalinin izninin iptal edildiğini öğrenen Elliot, Woodstock Ventures yapımcısı Michael Lang'i (Jonathan Groof) arar ve festival için organizatörlere kendi motellerini kullanmalarını teklif eder. Festival için büyük bir alana ihtiyaç olmasından dolayı Lang'i yolun aşağısında geniş bir araziye sahip komşusu Max Yasgur'la (Eugene Levy) tanıştırır. Woodstock sahne arkası ekibi, artık El Monaco'ya yerleşir ve yarım milyon insan da “White Lake'te Müzik ve Barış'ın 3 günü” sloganı ile Yasgur'un çiftliğine akın etmeye başlar.

Ang Lee'nin Aileleri

2006 yılında “Brokeback Mountain” ile “en iyi yönetmen” dalında Oscar alan Ang Lee, “The Wedding Banquet” adlı filminde ailesinden erkek arkadaşını saklamak için geleneklerine uygun şekilde davranmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlatır. Aile ve aile çatışması Ang Lee'nin çoğu filminde temel kavramlardan biridir. Kişisel görüşte başyapıtı olan The Ice Storm'la Amerika'da Nixon Watergate skandalı döneminde aile kavramında bütün buzları kırar. Soğukluğundan dolayı yakan bir buz fırtınası anlatımıdır Ang Lee'nin bu şaheseri... Brokeback Mountain'de aile kavramını iki kovboyun aileleri açısından ele alırken Taking Woodstock'ta Yahudi kökenli ailesinin yardımına her daim koşmaya çalışan Elliot'ın kendi kanatlarında uçmadan önce ailesiyle olan yakınlaşmasına baktırır Ang Lee. Buz fırtınası boyunca iki ailenin çatırdamasını anlatılırken Taking Woodstock'a konu olan Woodstock fırtınası da herkesi değiştirecektir. Savaş yıllarında barış isteyen kitlelerin müzik için koştuğu alandaki dalga sahnesi filme dair en dikkat çeken sahnelerden ve seyredenine de fırtınaya tutulmuş binlerce insandan oluşan dalga boylarına baktırıyor bir tepeden...




Elliot'un tuhaf annesini ve babasını canlandıran Imelda Staunton ve Henry Goodman; her ikisi de RADA (İngiliz Drama Sanatları Kraliyet Akademisi) mezunu olup uzun yıllardır pek çok önemli filmde rol almış önemli oyunculardan ancak burada manyak psikopat anne Sonia'yı canlandıran Harry Potter'ın cadılık konusunda master yapmış Dolores'i olarak da anımsayabileceğimiz Imelda Staunton performansının görülmeye değer olduğunu vurgulamak gerek. Diz üstüne çekilmiş çorapları, yürüyüşü, paragözlüğü ve çatlaklığıyla Sonia karakteri ile Staunton çatlak teyze profiline mükemmel bir şekilde düşen anne modelini canlandırıyor. Burada eşcinsel kimliği ile yüzleşen Elliot Tiber'i canlandıran Demetri Martin'in kayda değer performansını ve Liev Schrieber tarafından canlandırılan transeksüel Vilma performansının da gayet başarılı olduğunu not düşmek gerek. Bir de bu sayılanlara ek olarak “There Will Be Blood” adlı filmde terbiye fakiri şerefsiz rahibi enfes bir şekilde oynayarak gönüllere taht kuran ve ileride çok başarılı işlere imza atmasını beklediğimiz Paul Dano'yu Taking Woodstock'ta çiçek çocuk olarak görmek de güzel bir ayrıntı.

Elliot, kendi kimliğini bir nesli tanımlayacak bir deneyimin içinde bulurken hem kendi hayatını hem de bir dönemi başlatacak dönüm noktasına imza atar. Elliot Tiber'in hayatını ve dönüşümünü o dönemki Woodstock fırtınası içinde ele alan Taking Woodstock, bazen yavaş ilerlese de sinema seyircisi için farklı ve yer yer eğlenceli bir deneyim sunuyor ve hatırlatıyor: Tiber olmasaydı 69'un o yağmurlu yazında şu isimler gibi pek çok sanatçı o sahnede olmayacaktı: Joan Baez, Jimi Hendrix, John B. Sebastian, Janis Joplin, Jefferson Airplane, Richie Havens, Santana, Crosby, Stills, Nash & Young, The Who, Country Joe McDonald, Bert Sommer, Tim Hardin, Ravi Shankar, Melanie, Arlo Guhtrie...

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi44/sinema/Taking-Woodstock.html

Son 10 Yılın En İyi Performansları

Willem Dafoe ( Max Schreck)- Shadow of the Vampire (2000):

1922'de F.W.Murnau, Bram Stoker'ın “Dracula”sının isim hakkını alamadığı için biraz üzerinde oynanmış uyarlaması “Nosferatu” adlı efsane filmi çekti. Nosferatu'da Kont Orlock'u Max Schreck canlandırırken E. Elias Merhige, 2000 yılında yeniden çevrim olayına farklı açıdan yaklaştı. Shadow of the Vampire, Nosferatu'nun çekimlerini konu alan ve Max Schreck'in gerçekten vampir olduğuna dair grotesk bir senaryoyu John Malkovich'i Murnau, Willem Dafoe'yu da gerçek hayatta vampir olarak tasvir edilen Max Schreck rolünde karşımıza çıkardı. Metinlerarası bir işlemeyle adeta film içinde film olarak matruşka düzeneğine sahip yapıtta Willem Dafoe, kariyerinin en görkemli performanslarından birini sergiledi. Bakışları, duruşu ve hatta Max Schreck'in görünümüne bürünen Dafoe, gerçeküstü bir oyunda yönetmenle ekibinin kanını içmek üzere anlaşmaya oturdu.

Carrie Anne Moss (Natalie)- Memento (2000)

Christopher Nolan ilk filmi Following'ten itibaren çok başarılı filmlere imza atmıştır. Nicolas Roeg esintili Nolan'ı Memento üne kavuşturan film olmuştur. Yardımcıları Guy Pearce ve Carrie Anne Moss gerçekten güzel bir senaryonun hakkını vermiştir. Carrie Anne Moss, bu filmin öncesindeki ve sonrasındaki süreci kapsayan Matrix serisinde Trinity ile öne çıkmıştır ancak ondan önce kariyerinde çok da iyi atışlar yapamayan bir yolda ilerlemiştir ta ki Natalie rolüyle Memento'da kapıdan dışarı çıkıp birkaç saniye sayıp hiçbir şey olmamış gibi içeri girene kadar. Çoğu insanın eleştirdiği Moss, Memento'da rolünün hakkını fazlasıyla vermiştir ve kariyerinde birkaç yıl sayıp hiçbir şey olmamış gibi yeni baştan içeri girmiştir.

Alexandre Rodrigues ( Buscapé )- Cidade de Deus (2002)

Fernando Meirrelles ve Katia Lund'un filmi Tanrı Kent'in hikayesi, Alexandre Rodrigues tarafından “Roket" takma adlı Buscapé'nin ağzından anlatılır. "Roket" suçtan uzak durmaya çalışırken bir gazeteci olarak suçluların mekanında fink atabilen tek fotoğrafçı olmasıyla başarılı ve bir o kadar da sancılı bir yolda yürümeye başlar. Peki bu genç adamın akılda kalıcı oyunculuğu nereden kaynaklanır. Kuşkusuz Tanrı Kent çok güçlü bir filmdir ve Fibresci'nin yaptığı gibi en iyi erkek oyuncu filmde oynayan tüm erkeklere verilebilir. Ama Buscape, oturduğunuz koltuktan filmin bitmesiyle kalkmanıza dek sizi sanki yanında asistanı olarak çalıştırır. Onun gerçekçi performansı sizi de o tüyler ürpertici atmosferin içinde yakalayıp gittiği her yere götürür.


Bill Murray ( Bob Harris)- Lost in Translation (2003)
Bill Murray'in performansı, Sofia Copolla'nın “Lost in Translation” adlı filminde biraz da komedyen olması dolayısıyla Jim Carrey'nin de Truman Show'da verdiği cevap gibi bir tokattır hatta daha ağırdır. Tokyo ile birlikte oynadığı bu filmde Bill Murray, hor görülen bir oyuncuyu canlandırması yine iç içe geçmiş bir düzeneğin içinde parlayan bir efsanenin birkaç adım öne çıkmasını ve böylece karaktere daha yakından bakmanızı sağlar. Bu performans için çok fazla cümle tüketip kaybolmadan tek kelime edilebilir: müthiş... Sonrasında ise izleyiciyi enfes bir Broken Flowers, Don Juan performansı takip eder.

Min-sik Choi (Dae- su Oh)- Oldboy (2003)

Oldboy Chan-wook Park tarafından yönetilen artk kült mertebesine ulaşmış bir film. Choi Min- sik ise ona vücut vermiş, 15 yıl kapalı kapılar ardında hapis tutulan bir adamı canlandırmıştır. Canlı canlı ahtapot yeme sahnesi, sırra ulaştığında yüzündeki ifade, verdiği savaşla unutulmaz bir performans sergileyip akıllara kazınmıştır.

Christian Bale ( Trevor Reznik)- The Machinist (2004)

“Bu aralar oynamadığım rol kalmayacak” diye yemin ettiğini düşündüren Bale, American Psycho etiketini üzerinden atmışa benziyor. Kariyerinde Batman, John Connor ve enfes bir sihirbaz olan Bale, bu arada bir yerde The Machinist'te bütün ruhunu ve vücudunu filmin yönetmeni Brad Anderson'a satmış gibi duruyor. Verdiği kilolar, uykusuz gecelerin yaşattığı sanrıları mimikleriyle ve bütün vücuduyla performansa döken Bale, bir oyuncunun yapması gerektiği gibi canlandırdığı kişinin kendisi yani çöp adamın sırrındaki Trevor Reznik olarak çıkıyor.

Ellen Page (Hayley Stark)- Hard Candy (2005)



1987 doğumlu Ellen Page, yeteneğin ne demek olduğunu insana her daim hatırlatan oyunculardan... 18 yaşındayken 14 yaşındaki Hayley Stark performansıyla izleyiciye soğuk terler döktüren bir yetenekten bahsediyoruz. David Slade yönetmenliğindeki “Hard Candy”de seyredenini resmen olduğu yere çivilir ve üstüne çekiç darbelerini vurmaya devam eder. An American Crime'da da çok iyi bir performans sergileyen Page'in geleceği daha Hard Candy'deki performansıyla açıkça çok parlak gözüküyor.

Catherine Keener (Gertrude Baniszewski)- An American Crime (2007)

John Malkovich olmanın dayanılmaz hafifliğinde enfes bir performans çizen Catherine Keener, Tommy O'Haver yönetmenliğindeki “An Amerikan Crime” filminde işkenceci anne Gertrude Baniszewski rolünde seyirciye işkence edecek derecede iyi bir performans sergiliyor. Atlı karıncadan mezara doğru bir travmanın güncesini tutan ve gerçek bir olayın mahkeme kayıtlarından uyarlanan filmde evine kiracı olarak aldığı kıza kendi çocukları dahil tüm mahalledeki çocukları yönlendirerek işkence yaptıran Gertrude, Keener performansında mükemmel formunu buluyor. Gertrude oturma odasındaki tahtı niteliğindeki koltuğuyla bütünleşiyor, bir yandan iyi bir anne olmaya çalışırken elindeki kola şişesiyle ürpertiyor.

Philip Seymour Hoffman (Caden Cotard)- Synedoche New York (2008)
Beyin hasarına yol açacak bir düzeneğe sahip bu Charlie Kaufman filminde Samantha Morton'un harika bir şekilde canlandırdığı Hazel ile Hoffman'ın Cotard'ı (isme dikkat) mükemmel bir uyum sergiliyor. 2005'te Truman Capote'yi canlandırarak kariyerinin dönüm noktasını gerçekleştiren Hoffman, Synedoche New York'ta bir yönetmenle özdeşleşmeyi izleyenine yaşatırken hayatını yönetmeye çabaladığı ve hayatının bir oyun sahnesine dönüştüğünde üzerine çöken perdeyi Hoffman'ın oyunu sayesinde taşıyor.

Daniel Day Lewis & Paul Dano ( Daniel Plainview & Eli Sunday) – There Will Be Blood (2007):
Daniel Day Lewis'in oyunculuğu artık ikonlaşsa da In the Name of the Father'daki performansından sonra Paul Thomas Anderson yönetmenliğindeki “There Will Be Blood”ta yaptığı şov etkileyici. Bazen kusursuzca performansını çizmesi, canlandırdığı karakterin bir dezavantajı haline gelse de Day Lewis, petrol zengini, kendi bildiğini okuyan Daniel Plainview olarak sanki karşınızda oturuyor. Ona ise hem kardeş Paul hem de şerefsiz rahip Eli Sunday'i oynayan Paul Dano eşlik ediyor. Paul Dano, Edward Norton'un “Primal Fear”da “gümbür gümbür geliyorum” performansı gibi açıkça bağırıyor. Dano ve Day Lewis ikisi mükemmel bir takım oluşturuyor ve diyaloglarıyla alıp götürüyor. Daniel Day Lewis'in bowling odasında oturup “işim bitti” dediği an kulaklarda çınlıyor.

Özge Öndeş
Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi44/sinema/Son-10-Yilin-En-Iyi-Performanslari-Ozgenin-Seckisi.html

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Canım ben gelemiyorum ama Suretim yolda!



“Yanlış hayat, doğru yaşanmaz”
Theodor Adorno - Minima Moralia


Bir sabah uyandığında kendi dünyasından çok daha iyi bir dünyaya uyandığını sanmıştı insan... Eskiden canavarında görmek istemediği yanlarını görürken olmak istediğine dönüştü. Bundan önce Sanayi Devrimi'nin tetiklediği bütünü algılayamayan birey, bu kaos ortamına uyumlanma sürecinde Adorno'nun tabiriyle “yaşam yaşamıyor” evreninde farklı görünümlerde yaşamaya çalıştı. Bazen çılgın bilim adamı kavramı tezahür etti, kendinde öteki Dr Jekyll'ı yaratırken diğer bir bilim adamı olan Dr Frankenstein, sevmeyeceği bir canavarı kendi eseri olarak ilan etti. Canavarlar ve Soğuk Savaşla yaratığa dönüşen ötekiler, mükemmelliğe doğru yol almaya başladılar. Bilinmeyen yolculuğunda insan, aydınlanmanın diyalektiğinde mükemmelliği aramaya başladı. Oysa mükemmellik, bir mitten ve “Six Feet Under” jeneriğinde morga doğru ilerleyen ölünün ayağındaki bir etiketten fazlası değildi. Küçük bir çocuğun eline mükemmel formatta Barbie ve Ken verildi ve olaylar gelişti.



Barbie ve Ken gerçek sahaya çıkıyor!

Kathryn Bigelow'un “Strange Days” adlı filminde kafalara takılan klipler, başkalarının yaşam deneyimlerine bağımlılığı konu edinir. Bir erkekseniz bir kadının anısını deneyimleyebilirsiniz. Suretler (Surrogates) ise teknolojisine ramak kalmış bir gelecekte fragmanlaşmış insanların evlerine kapanıp güvenli bir ortamda sanal dünyaya hapsolduğu bir gelecekte geçiyor. Film, bu insanların gerçek dünyaya robot kopyalarını salıvermelerini anlatıyor. Barbie ve Ken formatındaki bu sanal insan kopyaları, insanların yapmak istediklerini onlar yerine deneyimliyor. Hatta birçok yerde şarjda ve kutuda gördüğümüz bu robotlar, Barbie ve Ken'in kutu tasarımlarıyla aynı düzleme denk düşüyor. Robert Venditti'nin çizgi romanından uyarlanan Suretler, “Terminatör 3: Makinelerin Yükselişi” hüsranından sonra yönetmen Jonathan Mostow ve senaristler Michael Ferris ve John Brancato tarafından perdeye aktarılıyor.

Mükemmel aşk, mükemmel iş, mükemmel hayat ve kusursuz güzellik gibi kavramlarla reklamları sorgulayan ve Phillip K. Dick evrenine pek çok yönden göz kırpmaya çalışan film, birçok bilim kurgu filminin sureti olarak karşımıza çıkıyor. The Island, Strange Days, Brainstorm, Blade Runner, Minority Report, Total Recall, The Matrix, THX 1138 ve daha nicelerini hatırlatan filmde Bruce Willis, Ajan Greer rolünde karşımıza çıkarken Rosamund Pike, Ajan Greer'in sanal kukla bağımlısı eşi Maggie'yi pek güzel bir şekilde canlandırıyor. Silent Hill'den yakınen tanıdığımız Radha Mitchell de Ajan Peters rolünde yer alıyor. Özdeşleşme yoluyla izleyicinin sureti de Ajan Greer oluyor ve Suretler'i ve yaratıcısını öldürmeye çalışan yokedici silahın peşine düşüyor.



Suretinin kölesi, kendisinin efendisi olamayan insan...

Philip K. Dick uyarlaması olan Ridley Scott filmi Blade Runner'da Deckard'ın kovaladığı Barbie soyundan gelen Pris “I think, Sebastian, therefore I am (Düşünüyorum, Sebastian, öyleyse varım)” der. Suretler, Blade Runner'a göz kırpmaya çalışırken replikantları düşünen kopyalar değil sadece yapay zekâ formatında bozuma uğramış makine olarak sunuyor. Aslında Hegel’in Efendi köle diyalektiğinden hareketle Suretler, insanların köleleştirdiği bir toplum gibi dururken insanlar da efendiliklerinde köleleşiyorlar. Teknolojinin gelişmesiyle mitolojik bir dönüşüm insanı ilkelliğine döndürüyor. Mükemmel vücutlara hapsolmuş yapay zekâya insan dönüşüyor. Akla bu arada Habermas'ın Marcuse eleştirisindeki tekniğin kendisinin iktidar olduğuna dair söylem geliyor. Bağımlılıktan kurtulmak için Barbie Soykırımı da kaçınılmaz oluyor. Çılgın bilim adamı “Tanrım ben ne yarattım” diyor ve yok etmeye çalışıyor.

Bugün bir Facebook ya da evde pijamalarımızla işlevsizleştiğimiz bizim yerimize herhangi bir görevi gerçekleştiren internet dünyasından uzak olmayan Suretler Evreni'nde insanın kendini ötekileştirmesine bakıyoruz. Suretler, hayatın tamamını algılayamamanın yarattığı korkudan dolayı eve kapanıp dış dünyaya anne karnından bakan, suretinden çıkıp dışarıda yürürken adapte olmakta zorlanan insanların bir geçit kullanır gibi kendi hayatlarının operatörleri olmalarını anlatıyor. Bir yandan da Bruce Willis, kovalamaca sahnesinde oradan oraya insanüstü atlamasını gerçekleştirip Terminatör'e saygı duruşunda bulunurken “Zor Ölüm” serisinden miras kalan aksiyon performansını biraz yaşlanmış şekilde sergiliyor. Film de zaten polisiye ve bilim kurgu türlerinden daha çok aksiyon sevenin gönlünü hoş edebiliyor. Jonathan Mostow, Terminatör lanetinden kurtulamıyor ve hiç de fena olmayan bir senaryoyu yüzeysel bir anlatımla peliküle döküyor. İzleyici kendi sureti olan Philip K. Dick formatındaki Greer'le bazen özdeşleşemiyor hâlbuki filmin konusu çok yakın bir geleceği anlatıyor. Bilim kurguya katharsis aşamasında daha çok yaklaşan Suretler, kaosa neden olan teknolojiyi sonlandırarak şu an izleyicinin yaşamındaki statükoyu korur. Achilleus, topuğundan vurulur. Bunu öncelleyen faktör ise Narkissos'un sudaki yansıması olan mükemmel güzelliğe âşık olduğunda kendisi yerine bir başkasına âşık olduğunu bir yanılsamayla ömrünü çürütmesi olsa gerek.

Faşist kaynaklardan beslenen mükemmel yaşamı konu alan Suretler, sanal ortamın hayatınıza getirdiği kolaylıkların kişiyi özgürlüğünden feragat ettirerek bağımlı olmasıyla ilişkilendiriyor. Orijinal yerine kopyanın iktidarı sinemanın ta kendisinde de hızla ilerlemekte olduğunu hatırlıyoruz bir yandan... Zaten günümüz teknolojisinin hızla ilerlediği gerekli teknolojinin uzakta olmadığı bir evreni uyaran bir yandan da “bilgisayarı kapayın ve dışarı çıkıp etrafınıza bir bakın” diye titreşim yollayan film, anlatımına ve kurgusuna daha önem verilmesi açısından “keşke biraz daha proje üzerinde çalışılsaydı, ince elenseydi” dedirtiyor. Neyse şimdi bilgisayarınızı bir süreliğine kapatın, biraz yürüyüşe çıkalım.

Özge Öndeş
Kaynak: resetmagazine.net/resetsayi43/sinema/Surrogates.html

Gözleri tamamen bağlayan bir gösteri: The Prestige




"Zaman zaman, geceleyin, bir yüz belirir
Ansızın bir aynanın gölgesinde bizi gözetleyen;
Sanatın bu aynaya benzediğini düşlüyorum
Ansızın bize kendi yüzünü açınlayan"

Arte Poética - Jorge Luis Borges

Alan Parker'ın Angel Heart adlı filminde yaşanan olayların vardığı noktaya şaşırırsınız. Aslında size verilen ipucu Robert De Niro'nun canlandırdığı Louis Cyphre isminde saklıdır. Yüzlerce kez bu ismi duyarsınız ama anlamlandıramazsınız. İsmini filmde pek çok kez duyarsınız ama Cyphre ve Mickey Rourke'un canlandırdığı Harold Angel'ın olay örgüsünde yeri ortaya çıktıktan sonra ne olduğunu kavrarsınız. Bundan yıllar sonra algıyla oynayan başka bir film benzer bir şekilde önce seyirciyi selamlar, gözü bağladıktan sonra şöyle seslenir:

“Abrakadabra”

Christopher Nolan filmi The Prestige'de Viktorya dönemi Londra'sında iki sihirbaz Robert Angier (Hugh Jackman) ve Alfred Borden (Christian Bale) birlikte çalışmaktadır. Gösterilerin birinde Angier'in hırsını tetikleyen kırılma noktası yaşanır. Borden ve Angier rakip haline gelerek birbirlerinin numaralarını geçmek amacıyla “En İyi” olmak için yarışmaya başlar. Onların hikâyesine Angier'in mühendisi Cutter ( Michael Caine), iki sihirbaz arasında gidip gelen ve katalizör görevi gören seksi asistan Olivia Wenscombe (Scarlett Johansson), Angier'den daha yetenekli olan Borden gibi ampül adam Edison'dan daha yetenekli bilim adamı Nikolas Tesla (David Bowie) ve Borden’in hayatına ayak uydurmaya çalışan eşi Julia McCullough (Piper Perabo) eşlik etmektedir.

Nolan bizimle oynuyor...

Üzerine Nicolas Roeg tozu serpiştirilmiş, Blade Runner büyüsünde bir yönetmen Nolan... Kimlik kavramını değişik metotlarla sorgulayan yönetmenin filmografisinde yer alan filmler daha başından bambaşka bir serüvenin işaretlerini veriyor. İlk uzun metrajı Following’i takip eden tamamlanmaya çalışan bir belleğin yolculuğu Memento, katilin peşindeki kaos Insomnia, akıllara ziyan bir Batman başlangıcıyla Batman Begins, izlemekten bıktırmayan bir The Dark Knight... Ve Batman'e bambaşka bir dünya yaratan Batman Begins'le The Dark Knight arasında bir sihirbazlık hilesi olan The Prestige...

Christopher Priest'in aynı adlı romanından uyarlanan The Prestige, sihir unsurunu sinemanın büyüsüne paralel olarak işler. Film, sinemanın icadına denk gelen bir dönemde geçmektedir. Nolan ise sinemanın kendisini sihirbazlık olarak görmektedir. Sihirbazlık numaralarında da dikkatli bakmamanın ya da ilginin başka tarafa yöneltilmesiyle dağıtılmasının sağlandığı katmanlarla örülü “The Prestige”, Nolan'ın sihirbazlık numarası formatıyla seyirciye bilinen bir korku filmi repliği söyletebilir: “Bizimle oynuyor”



Kafesteki kuştan şapkadan çıkan insana

Priest'ın kaleminden sihirbazlık üç aşamada gerçekleşirken Christopher Nolan'ın karelerinde kardeşi Jonathan Nolan'ın kalemiyle bir sihirbazlık gösterisine dönüşür “The Prestige” ... Vaat eder, dönüşüm geçirir ve son “Prestij” safhasında tekrar kaybettiğini geri getirerek tepetaklak eder. Bu evreler gerçek hayatta ve filmde bir hayat, bir ilişki, bir duyguda geçerliyken Robert Angier ve Alfred Borden sanki tek bir kişinin temsili gibi durmaktadır ve ardından bölünmeye başlar. Seyirci için hangi tarafta olduğu aldatıcı bir oyuna dönüşür. Borden aslında iki sihirbaz arasında en iyisiyken şov adamı Angier, filmde yer alan kafeste kuş numarası gibi bir yol çizmektedir. Kuşlar ölür Nolan, şapkadan tavşan yerine insan çıkarır. Film, bir sürü şapkanın yer aldığı karenin fonunda “Dikkatli bakıyor musun?” diyerek açılır. Nolan adlı sihirbaza “The Prestige”de Memento'nun senaryosunda da eşlik eden kardeşi Jonathan Nolan mühendis görevi görür. Ve aynı yıl çekilen diğer sihirbazlık üzerine kurulu Neil Burger filmi The Illusionist'ten daha iyi bir sihirbazlık gösterisi sunmaktadır.

Viktoryen dönemde Dr Jeykll Mr Hyde'ını saklarken The Prestige'de asıl yeteneğin formülü görücüye çıkar. Baskılanmış Viktoryen döneminin öteki yüzünde geçmektedir ama dönem filmine hem yakın hem de çok uzak noktalarda... Mary Shelley bu dönemde Victor Frankenstein adlı bilim adamının insanın kaderine ters icadını kaleme alırken The Prestige'de baskılanmış bilim çağına ters düşecek Frankenstein'daki “Madem beni sevmeyecektin niye yarattın” sözünü hatırlatan benzeri bir icat gerçekleştirilir. Film, yeraltı ya da hasıraltı bilim ve sihirle perdeye yansırken diğer tarafta her çağda yaşanan iktidar sahibi olma yolunda bir rekabeti anlatmaktadır.

The Prestige saplantının hem karakterler hem de filmi seyredenler açısından gözü kör ettiği bir yapıya sahip... Borges'in labirentlerinden çıkmaya çalışırken aynadaki başkasını hatırlatıyor. Yansımalarımızın biz olmadığı, aynanın ardındaki ayna halkı akla geliyor. The Prestige, aynada sihirbazlığa bakan sinema gibi işliyor ve karakterlerine de birçok ayna koyuyor. Angier ve Borden önce birbirlerine bakıyor, sonra sanki bütün her yerine ayna döşenmiş bir düzeneğe giriyor. Sihirbazlık kuralları anlaşmalı bir gizlilik içinde salınırken aynada saklı Borden, “Sırlar benim hayatım” diye vurguluyor. Borden'in sahip olduğu hile ve film onun bozuk para kaybetme numarası gibi duruyor. Paranın iki yüzüne de yeterince dikkatli baktınız mı?

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi41/sinema/The-Prestige.html

O arabayı çaldım, ben bir serseriyim ama seni seviyorum...




Kısa saçlı bir kadın, üzerinde beyaz bir t-shirt ve siyah bir pantolonla Paris'in görkemli caddesinde “New York Herald Tribune” diye bağırarak yürür. Yanına gelen Humphrey Bogart'ın çocuksu modeli bir adam, gazete satan o kızı tavlamaya çalışır. Bu iki serserinin o caddede yürüyüşü hafızalara kazınacak, yıllar sonra bile unutulmayacaktır: À bout de souffle...


Dikkat bu yazı yüksek miktarda spoiler içermektedir!


Jean Luc Godard yönetmenliğindeki “À bout de souffle” (ben diyim Serseri Âşıklar siz deyin Breathless), gangster adayı genç bir adamla gazeteci adayı genç bir kadının hikâyesini sıra dışı bir sinema diliyle anlatır. Günlerin köpüğü misali hayat yaşayan bu iki kişinin bir sonraki sahnesinde neler yapacağı kolay kolay kestirilemez. Michel Poiccard (Jean-Paul Belmondo), yaptığı araba hırsızlığı sonrasında bir polisi öldürür. Amerikalı bir kadın olan Patricia Francini (Jean Seberg ) adlı New York Herald Tribune gazetesi stajyeri ile karşılaşır. Polisten saklanırken onunla zaman geçirir. Humphrey Bogart'ı taklit eden Michel, Bogie efsanesini kendine model almaktadır. Serseri Âşıklar, bir tür filminin deneysel bir çeşitlemesidir ve bunun eseri olan Poiccard, bir gangstere özenmektedir. Gangster gibi sert bir erkek değildir. Tabiri yerindeyse özünde iyi bir insandır denilebilecek çocuk saflığına sahip metinler arası bir adamdır. Kırılgan gangster'in düşü, Patricia ile olan ilişkisinin sanki Bonnie ve Clyde hikâyesi gibi olmasıdır. Gazetedeki bir haberi Patricia'ya anlatırken ağzından habere dair şu sözler dökülür: “O parayı çaldım, ben bir serseriyim ama seni seviyorum.” Sevgilisinin hırsız olduğunu öğrenmesine rağmen kızın sevgilisiyle ortak olarak Riviera sahillerinde beklediği de gazetedeki hikâyenin sonuna eklenir. Patricia ise fikir hoşuna gitse de sonuna kadar tehlikeli yaşayan Michel'e ihanet eder. Burjuvazinin gizli çekiciliği anarşist bir çocuğun düşüşüne neden olur. Kara film kadını görevini gerçekleştirse de o filmin “kendi duygularım ne olacak acaba” kısmıyla ilgilenen temeldeki dramı fark edemeyen bir resim figürü olarak kısacık saçları ve sigarasıyla yer alır. Bonnie ve Clyde yerine Romeo ve Juliet gibi olmak isteyen

Patricia'nın ne olmak istediği aslında belli değildir. Yeni Dalga'da ilk kez Fransız ve Amerikan kültürleri, Champs Elysees'te (Şanzelize) Serseri Âşıklar sayesinde buluşurken filmin sonunda Amerika, Avrupa'ya ihanet eder ve anlamlandırmamanın ötesinde hiçbir şey olmamış gibi arkasını döner. Filmde kadın, erkek, aşk, hayat, ölüm üzerine diyaloglar film bittiğinde akla tekrarlayarak takılmaya devam eder.

Serseri Aşıkların tesadüfi buluşmasından klasik anlatımın çöküşüne....

Yeni Dalga'nın dikkat çeken filmlerinden Serseri Âşıklar, gişe başarısının yanında Godard'ın sinema kurallarıyla ilgili deneylerini geliştireceği bir basamak olur. Bu deneyler öyle bir hal alır ki Bunuel, Yeni Dalga'da Godard'ın yaptıkları haricinde yeni olanı görmediğini söyler. Serseri Aşıklar'ın hikâyesi François Truffaut, senaryosu ise Godard'a aittir. Claude Chabrol ise teknik danışmanlığını üstlenir. Cahiers du Cinema'da Serseri Aşıklar'a elinde hazır senaryo olmadan sadece Seberg'in Şanzelize'de gösterildiği sahneyi yazarak başladığını belirten Godard, geriye kalan kısım için sahneleri karşılayan notları olduğunu ifade eder. Serseri Aşıklar'ıyla sinemada sınırlamaların yer almadığını göstermek ister. Filmde yasak yoktur, sinemada onun tabiriyle akla gelen her şey yapılabilir. Senaryosuz film hazırlamak ona filme her şeyi yapabilme özgürlüğü de verir. Diyaloglar aralarda yazılır, doğaçlamalar havada uçuşur. Doğaçlama ile önceden hazırlanmış olan birlikte servise sunulur. Kurguda süreklilik olmadan zaman ve mekânda seyircinin alışık olmadığı eksiltmelerle akıp giden bu maratonda orta plan atlamalı kesmeler ip atlamaktadır. Belmondo, silaha uzanır silahı alıp döndüğü orta planı yoktur adam vurulur. Zincirlemeler sinemada sanki daha önceden hiç var olmamış gibi algılanılmak ister. Bir dizi hızlı zincirleme bu yolun akıcı olarak ilerlemesini sağlar. Oyuncular kameraya bakarak seyirciyle konuşur. Film grameri dışında kurulan bu yapıyla klasik anlatı dışında özgürce dolaşmak mümkündür. Bu, sinemada klasik kuralların sonu, kuralsızlığın kurallaşmaya başlamasıyla Hollywood Sineması'yla olan mücadelesinin başıdır. Godard'ın yapıbozumu Picasso'nun resimleri gibidir.

"Serseri Âşıklar", 1983 yılında Jim McBride yönetmenliğinde Hollywood'da yeniden çekilir. Richard Gere'in başrolünü oynadığı film, 1960'taki orijinal versiyonuyla karşılaştırılması mümkün değildir. Hollywood'un aslında kendisine karşı duran bir filmi tekrar çekim furyasına katarak gösterime soktuğu 83 yapımı olan film, başarısız olarak nitelendirilebilir. Serseri Âşıklar, kendinden sonraki dönemde gerek hikâyesi gerekse görselliği açısından pek çok filme ilham kaynağı olur.

Belmondo ve Seberg'in unutulmaz performans sergilediği ve izleyenin öylece bakakaldığı filmde Michel der ki “Yalan söylemek aptalcadır. Pokerde olduğu gibi doğruyu söylemek daha iyidir. Diğerleri blöf yaptığını zanneder ve kazanırsın.” Aslında Michel yalan söylemez, bir şey söylemeye ihtiyaç duymadan çocuk gibi kaçar ve yine sonunda yerde uzanan hayal kırıklığına uğramış bir çocuktur. Seyredeni ise beyaz bir t-shirt üzerine “New York Herald Tribune” yazdırır, dışarı çıkmadan banyodaki aynada kendisiyle o meşhur bakışma yarışmasını yapıp bir küçük çocuk gibi yüzdeki “À bout de souffle” hareketlerini tekrarlar. O arada bir yerde yüzde tuhaf bir gülümseme belirir.

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi40/sinema/Serseri-Asiklar.html

7 Nisan 2010 Çarşamba

Akla takılan hafıza kartları zamanı…



Biri beni takip ediyor, hayır ben onu takip ediyorum. Rüyamı yönlendirirken aniden yüksek bir yerden düşer gibi oluyorum. Boşluğa düşerken birden uyanıyorum. Ve ışıklar kapalıyken karanlık bir film böyle başlıyor. Devamında ise sürekli o hissi yeniden deneyimlememe neden oluyor. Duvarda asılı Blade Runner dünyasının kararmış resminden akan bir damla, distopyan manga atmosferindeki bir yılbaşı arifesinde peliküle düşüyor: Strange Days...

Futuristik noir olarak nitelendirilebilecek Strange Days'in yapım yılı 1995. Büyük bir bölümü Steadicam'le çekilen filmin yönetmen koltuğunda Kathryn Bigelow otururken senaryosunda Bigelow'un eski eşi ve “Terminatör”ün babası James Cameron ile Martin Scorsese'nin yönetmenliğindeki “The Age of Innocence” ile “Gangs of New York”un senaristi Jay Cocks'un imzası var. Oyuncular arasında Ralph Fiennes, Angella Bassett, Tom Sizemore ve geçtiğimiz temmuz ayında Rock'n Coke'ta sahne alan filmde de bir şarkıcıyı canlandıran Juliette Lewis yer alıyor.

Yılbaşı arifesinde kaos…

Yıl 1999. Milenyum arifesinde melekler şehri Los Angeles. Anarşizm doyma noktasına ulaşmak üzereyken eski bir polis olan Lenny Nero (Ralph Fiennes), başkalarının anılarını pazarlamaktadır. Klip olarak kafa raflarında yer alan bu anılar sayesinde bir erkek, isterse bir kadın olabilir ya da kişiler, başkaları olup onların deneyimledikleri her şeyi deneyimleyebilmektedir. Gerçek yaşam kesitlerini aktaran bu dijital kayıtlarda Nero, eski sevgilisi Faith'le (Juliette Lewis) geçirdiği günlerin anılarına bağımlıdır. Faith'le tekrar birlikte olmak isteyen Nero'nun hayatı, snuff tarzı bir dijital kayıtla farklı bir yönde ilerlemeye başlar.

Androidler tuhaf günlerde elektrik koyun düşleyebilir mi...

Gondry'nin distopyan filmi Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da karakterler geçmişini, anılarını silmeye çalışırken Strange Days'de bu anılar bağımlılık yaratıyor. Geçmiş deneyimleri sayesinde insanlar, başka bir fantazyada “prozac”larını sanal olarak alıyor. Mutluluk başkasının hafıza koridorlarında koştururken bulunuyor. Lenny ise başkalarının anılarını deneyerek yaşamaya çalışan replikalara alternatif deneyimler yaratıyor. Lenny'nin sahte Rolex saatleri de bu noktada mükemmel bir yere düşüyor. Eternal Sunshine'da geçmişini yok ederek ilerlemeye çalışan bellekler, Strange Days'de orijinal hayatlar yerine kopyası yapılan deneyimlerle başkalarının geçmişinden ya da kendi güzel günlerini tekrar yaşamaya çalışan kopyalarına dönüşüyor. Soğuk Savaş dönemi paranoyalarıyla öykülerine yön veren Philip K. Dick'in elektrik koyun düşleyen öteki replikantları, siber punk evreninde farklı bir formülle sunuluyor. Strange Days'de Angela Basset'ın canlandırdığı Mace de bu kopya hayata karşı durup yaşamın gerçek zamanlı olduğunu, playbackler olmadığını söylüyor. Anıların kaybolmak için var olduğunu ve böyle tasarlanmalarının bir sebebi olduğunu savunuyor. Modern hayatın düşüşü akıllara Adorno'yu getiriyor: “Şimdi hayat yaşamıyor.”

Distopyan bakış açısı, konusu ve atmosferiyle birçok filmle karşılaştırılabilecek Strange Days'i seyrederken akıllara Blade Runner, Brainstorm, Strange Days ile aynı yılda çekilen Johnny Mnemonic geliyor. Strange Days'ten sonra çekilen birçok film ise benzer nakaratlara sahip: Open Your Eyes, Existenz, The Matrix, A Scanner Darkly.

Irkçılık ve röntgencilik kavramlarının sorgulandığı filmde ayrıca Skunk Anansie'den Selling Jesus performansıyla Juliette Lewis'ten Pj Harvey esintili Hardly Wait performansı da klip tadında arzı endam eyliyor. Film, gişe başarısı yakalayamasa da izleyenine uzun ama enfes bir maraton sunuyor. Lenny'nin deneyimini yaşayan röntgenci film seyircisi, karanlık sokaklarda oradan oraya koştururken birden duraksıyor. O sırada bir kıyamete “The End” ile eşlik eden The Doors'tan başka bir kıyamet arifesinde şu sözler geliyor: “Strange days have found us, and through their strange hours, we linger alone, bodies confused, memories misused, as we run from the day to a strange night of stone”

Özge Öndeş

Kaynak: http://www.resetmagazine.net/resetsayi39/sinema/Strange-Days.html

Resimdeki mahkum orada olmayan kadın Juliette'e...


Kısa saçlı maviye boyanmış bir kadın, kafede oturup camdan bakıyordu. Kahvesinin yanındaki şekere fincandaki kaşıktan bir damla döküldü. O kazanın etkisi ve acısı gibi bu küçük kazayla damla bütün şekere dağıldı. Bundan yıllar sonra başka bir kadın, elinde sigarayla bir kafede görüldü. Durgun, güçlü ama kırılgan yüzünün arkasında huzursuzdu. Hapisten çıkmıştı ama o kadar acı doluydu ki o ana hapsolmuştu. Kadın aslında bir resimdi ve çerçevelenmişti. Biz, sadece içine bakmaya çalışmıştık...

Fransız akademisyen ve yazar Phillipe Claudel'in ilk yönetmenlik denemesi olan “Il y a longtemps que je t’amie” (Seni O Kadar Çok Sevdim Ki), 15 yıl hapiste yatan Juliette Fontaine'in (Kristin Scott Thomas) ziyaretçisiz geçen yıllardan sonra kız kardeşi Léa'nın (Elsa Zylberstein) yanına gelmesiyle hikayesini anlatmaya başlar. Ailesinin reddettiği Juliette, kız kardeşi tarafından sıcak karşılanır. Anne ve babasının görüşmemesi için kendisine baskı kurduğunu söyleyen Léa, Juliette'i kendi evine getirir. İki Vietnamlı evlat edinilmiş çocuk, Luc adlı bir koca ve kocanın çok okuyan dilsiz babası hapishaneden çıkıp gelen Juliette'in kendi zihninin hapishanesinde yaşadığı güya özgür olan bir dönemin ev sahipleri olurlar.

Aile albümlerinde artık istenmeyen bireyler, bazen budanır ve albümler eksik kalır. Ailesi tarafından aile resminden atılan kendi oğlunu öldürmesi suçuyla hapishanede yatmış Juliette de, kendi varoluşunu çoktan hükmü verilmiş yargılar arasında sürdürmeye çalışır. O arada bir yerde “Üç Renk Mavi”nin Julie'si gelir akıllara... Krzysztof Kieślowski üçlemesinin mavi kısmında acıya boyadığı filmde Juliette Binoche'un canlandırdığı kocasını ve kızını kazada kaybeden Julie... Suya atlayıp yeniden doğmaya çalışan ve her gün ölen Julie... Seni O Kadar Çok Sevdim Ki'de Juliette'le Julie'nin yüzü ve sessizliğindeki acısına bakar insan tekrar sanki...

Emile Friant'la acıya bakmak...

Dostoyevski'nin “Suç ve Cezası”nın dahi sanık kürsüsüne oturtulduğu filmin bir sahnesinde Léa'nın akademisyen arkadaşı Michel ve Juliette müzeye gelir. Juliette, filmin aslında ipucu görevi gören Emile Friant'ın “La Doleur” adlı tablosuna bir anlamda acıya bakar. Juliette'in resme bakakaldığını farkeden Michel, ona yine Friant'ın “Jeune Nancéienne dans un paysage de neige” adlı resmini gösterir. Michel, resimdeki kızı platonik olarak aşık olduğu bir kıza benzettiğini söyler ama kazançlı olanın kendisi olduğunu ekler. Platonik aşkı bir resimde çerçevelidir. Kızın elinde hiçbir şey yokken onun elinde bu resim vardır.

Bazen bir resme bakarsınız ve orada olanın gerçekliğine hayran kalırsınız. Kristin Scott Thomas'ın Juliette performansı da öyle gerçek. Birçok planda gördüğümüz yüzü, zihninde hapsolmuş çerçevelenmiş soğuk ama yanınızda oturan bir kadının portresi gibi. Donuk bakışların ardına gizlenmiş güçlü bir bireyin zihnindeki hapishanenin resmi...Michel'in filmde bahsettiği hikayedeki gibi orada olmayan ama resimde olan...

Filmdeki Vietnamlı evlat edinilmiş çocuklar, ailenin yakın arkadaşı olan Iraklı doktor Amerika'nın geçmişini hatırlatıyor insana... Ama burada resmedilen her ayrıntısında kopmuş bir yaşamın etik anlayışını sorgulaması ve bunun sonucunda katharsise varış...Film ilerledikçe tahmin etmesi zor olmayan bir sonuca sürükleniyor insan... Léa, telefonda bilmediğini öğrenirken küçük Vietnamlı kızın masalı okuması da filme enfes bir başka fırça darbesini konduruyor.

“Seni O kadar Çok Sevdim Ki” iki kız kardeşin ve acıya boyanmış bir kadının öyküsünü anlatıyor. Adını bir şarkının nakaratından alan film, bir şarkıdan birçok mahkum portreye uzanıyor. Stephen King'den olma muhteşem The Shawshank Redemption'da Mr. Brooks'a özgürlüğü verildiğinde ne yapacağını bilememişti. Dört duvar arasında olmaktan daha acısı dış dünyada kendi zihninde esaret altındalıktan kaçmak için bir çakıyla ismini hafızalara kazıdı. Juliette ise bunu görüp çok daha farklı bir şekilde arttırıyor ve yine de yaşıyor: “Birinin çocuğunun ölmesi hapishanelerin en kötüsüdür. Asla çıkamazsın.”

ÖZGE ÖNDEŞ

KAYNAK: http://www.resetmagazine.net/resetsayi37/sinema/I-Have-Loved-You-So-Long.html